Yaşadığımız toplumun damarlarını daha iyi görüyoruz son günlerde. Malum seçim zamanı. Reklâm panoları, gazete ilanları, televizyonlar hepsi bir taraftan aday adaylarının işgaline uğramış tabiri caizse. Herkes ruhsuz bir sloganın, içi boş bir mesajın elinden sımsıkı tutmuş bırakmıyor. Sahte tebessümler, bozuk para misali bakışlar ve kupkuru bir laf kalabalığı almış başını gidiyor. Etrafımıza baktığımızda hayatın bizi gittikçe bozduğunu daha iyi idrak ediyor gibiyiz. İlkelerimiz, yarınlar adına hayallerimiz, bizi kendimize ulaştıran tutkumuz, sevgimiz, aşkımız yok gibi. Varsa bile geçici ve sıradan. Bir şeyde derinleşmeden her şeyi hızla tüketiveren bir ruh girmiş sanki içimize. İlişkilerimiz nadan ve bencilce. Hep kendi penceremizden, yalnızca kendi penceremizden bakıyoruz hayata ve insanlara. Herkeslerin bize amade olmasını bekliyoruz. Sahte gülücüklerimize sahte gülücükle dolu bir karşılık bekliyoruz ne hikmetse. Herkes kendi adına, kendi dünyasını imar ve ihya peşinde. Bu yolda her şeyi kırmaya, yıkıp-dökmeye yeminli gibi sağa sola çarpıp duruyor. Hırsı her şeyin önüne geçiveriyor bir anda. Değmeyecek bir şey için bile dostunu, arkadaşını bir çırpıda çiziveriyor. Ne kardeş dinliyor, ne arkadaş. Öyle bir çukurun içinden çabalıyor ki heyhat da heyhat! Ne kendine dost, ne başkasına. Menfaati uğruna her şeyi ayaklar altına almaya dünden hazır. Ne ilkeli bir duruş sergileyecek tıynette, ne de ahlakı, dünyayı algılayışı buna müsait. Bir gramlık dünya menfaatinin bizi getireceği nokta bu olmamalıydı oysa. Birbirimizi gerçekten sevmeliydik. Bu sevginin karşısında ne para, ne makam, ne mal, ne de mülk duramamalıydı. Birbirimizi nedensiz sevmeli, birbirimize sonuna kadar güvenebilmeliydik. Yapamadık. Mesela kimin ağzını yoklasak dünyanın, insanların kokuşmuşluğundan, vefasızlığından, menfaatçiliğinden dem vuruyor. Suçlu olan hep bir başkası. Vefasız olan, menfaatçi olan, kokuşmuş olan ne hikmetse hep başkaları. O başkalarının bizden öte olmadığını bir türlü kabul etmeye yanaşmıyoruz. Hepimiz fert fert kendimizi düzeltme yoluna gittiğimizde toplumun renginin değişeceğine bir türlü inanmıyoruz. Denizi dalgalandıracak bir taşa, bir harekete ihtiyacımız var. Denize bir başkasının taş atmasını beklemeden neden kendimizden başlamıyoruz işe. Toplumu var eden "biz"den başkası değil ki. O halde neden ilk taşı kendimize, denizimize atmayalım. İşe kendimizden, yani insandan başlamakla ilgili çok sevdiğim bir hikâye vardır. Küpe niyetine, buyurun: Baba hafta sonu balık tutmak için oğluna söz verir. Hafta sonu gelir velâkin baba üşenir ve çocuğu götürmek istemez balığa. Onu oyalamak için de dünya haritalı karmakarışık bir yap-boz verir ve onu yapması karşılığında balığa gideceklerini söyler. Nasıl olsa yapamayacak diye de kendinden emin bir halde koltuğuna yerleşir. Çocuk kısa bir süre sonra elindeki dünya haritalı yap-bozu tamamlamış bir halde geri gelir. Baba şaşkındır ve nasıl yaptığını merak eder. Çocuğun cevabı çok basit ve çarpıcıdır: "Dünya haritasının arkasında bir insan resmi vardı. Onu düzeltince dünya da kendiliğinden düzelmiş oldu."