RÖPORTAJ: TUĞBA POLAT

-Lise ve üniversitede öğretmenlik yapmışsınız. Farklılıkları var mıydı?

-Lisede öğretmenlik, idarecilik yaparken diğer faaliyetlerle de uğraşıyordum. Yeşilay çalışmalarım vardı. Halk oyunları merakım vardı. Bu merakım lisedeyken başladı. Üniversitedeyken Urfalı arkadaşlarla amatörce bir ekip kurduk. Gösteriler yapıyorduk. Geldikten sonra da okul müdürümüzün talebiyle bu faaliyetler devam etti. Üniversitedeyken ekipteki arkadaşlarımdan biri Hasan Rastgeldi.. Şuan çok ünlü bir ressam kendileri. Hasan Öğretmen Okulu’nda, Abdullah Balak kendi okulunda, ben Urfa Lisesinde.. yani hepimiz bir okulda ekip kurduk. Kurduğumuz ekip Türkiye Şampiyonu oldu. Yani etkinliklerden kopmadık.

Üniversiteye gelince biraz farklı.. Daha geniş açılı oluyor. Üniversite rektörü Servet Armağan (Anayasa profesörü) çok değerli bir bilim adamı.. Kendisi beni aradı. Hatta sekreteri de benim öğrencim Filiz; ‘’Hocam rektör bey sizinle görüşmek istiyor’’ diyerek iletti görüşme isteğini.

Gittim ziyaretine. Kendisi ilk rektör. Biraz sitem etti ‘’Herkes geldi beni tebrik etmeye sen gelmedin’’ diye. Neyse sonrasında beni araştırdığını, her şeye yatkın olduğum için (inşaata, toprağa, edebiyata, kültüre) benimle çalışmak istediğini belirtti.

Önce ‘’hayır’’ dedim. Çünkü resmi görevlerden ayrılmak istiyordum. Belediyede yaşanılanlardan mütevellit kırgınlıklarım vardı. Başkan değişti, farklı bir ortam oluştu ve benim tarzım değildi artık ortam. Fakat nasip oldu üniversitede başladım.

Orada ‘’Halk Bilimi’’ dersini koydum, ders notlarını da hazırladım. Derslere de ben giriyorum. Neyse ilk derslere girdiğimde çocuklar hemen başlıyorlar ‘’Hocam ne zaman oynayacağız, davul zurna nerede?’’ demeye. ’’Önce bir kitabınızı çalışın’’ diyerek cevaplıyordum.

Halk bilim çok harika ve farklı bir alan. Çünkü geçmişten bugüne sahip olduğunuz; bilgi, tecrübe, birikim her şey var içinde. Mesela; halk veterinerliği, halk tedavisi var, halk oyunları var, halk müziği var… Yine aynı düzende bir tarafı ağırlıklı kültürel faaliyetti.

Gelelim öğrencilerin durumuna.. hatta öğretmenlerin durumuna. 1970’lerdeki öğretmenlik harika bir öğretmenlikti. Mesela Urfa Lisesi, Türkiye sıralamalarında ön planda olan bir okuldu. Sağ olsunlar o dönemin öğrencileri bizleri sevgiyle saygıyla anarlar. Hocalar okulu kendileri için bir ideal olarak görüyorlardı. Hep bu örneği veriyorum ama neyse. Urfa Lisesinde (Bediüzzaman Mezarlığının yanındaki ilk Urfa Lisesi oradaydı) öğretmenlik yaptığım birgün; akşam ezanı okunmuş herkes evine gidiyor.. Tamam öğretmenlikte mesai yok ama okul da bitmiş. İnanın hala oturmuşuz konuşuyoruz. Arkadaşlardan biri ‘’Yeter okul bitti, öğrenciler gitti, biz hala konuşuyoruz. Kalkın evimize gidelim’’ dedi.

Hakikaten bu gönülden gelen bir durumdu. Çok güzel bir okul ve yine çok idealist bir kadro. Öğretmen Lisesi de, Sağlık Lisesi de böyleydi. Fakat üniversiteye geçtiğimde; 1993 ile 2015 tarihleri arasındaydı, hayal kırıklığına uğradım.

-Bunu neye bağlıyorsunuz peki hocam?

-İlk olarak ailelerin öğrencilerin öğrenim hayatına dair desteği ortadan kalktı. Halbuki geçen zamanla ve gelişen teknoloji ile birlikte toplumun kendinin daha da iyileştirmesi gerekirdi. Bu da insanın aklına hemen ‘’Acaba dejenerasyon mu’’ sorusunu getiriyor. Çok yönlü bir konu. Burada benim üzüldüğüm konu ise öğrenciliğin öğrenme dönemi olduğunun unutulması. Mesela kitap okuma kesinlikle yok. Oysaki bizler kitap geleneğinden geldik. Bizler illa ki kitabı elimize alıp; görerek, hissederek okuma taraftarıydık.

Yeni nesil maalesef bunu kaybetti. Onun yerine daha farklı ilgi alanlarına geçtiler. Spor, tiyatro diğer kültürel faaliyetler aslında faydalı olsa da; eğer onları okumanın yerine koyuyorsak; bilgi edinme, bilgi biriktirme seviyesi de düşüyor. Ben 3 sene kadar tiyatro da yaptım, ama okuluma engel olmadı. Okul 4 yılsa 4 yılda bitirdim. Ama her şeyi de yaptım. Eğer diğer faaliyetlerde başarılı olup okulumu aksatıyorsam; bana göre bu başarı değil.

Bunu her zaman söylerim gençlere okulunuz, mesleğiniz sizin asıl görevinizdir orada başarılı olun. Ama mesleğin içinde bu tür faaliyetleri de mutlaka yapmak lazım. Yapmadığınız zaman insan toplumdan kopuyor, soğuyor. Sürdürdüğümüz zaman ise bu sıcaklığı hem yaşıyor hem yaşatıyor. Ben bunun çok güzel hikayelerini yaşadım.

Çok güzel makamlara gelen öğrencilerim oldu. Birileriyle tanıştığımda, tanıştırdığımda prensip olarak onlar kendileri söyleyene kadar öğrencim olduklarını söylemem. Söylemeyenler oldu mu? Evet oldu o zamanda ben böyle bir gereksinim duymadım asla. Çok yüksek makamlarda olup ta öğretmenleri olduğumu söyleyerek gönül hoşluğu yaşatan öğrencilerimde çok oldu.

-Hocam; şiir, denemeler, araştırmalar, dergiler.. Yazmışsınız hep. Yazmaya ne zaman başladınız?

-Üniversitedeyken ‘mezuniyet tezi’ deniyordu o zaman.. Şu anki yüksek lisans tezine eş değer. Çok hassas hocalar vardı. Hele bizdeki okul; felsefe okulu, tarih okulu, dil okulu. Mesleki dersler %30, %70’i böyle. Kimler yoktu ki öğretim kadrosunda: Hilmi Ziya Ülgen: Türkiye’nin hala uluslararası filozofu sayılan adam. Necati Öner, İsmail Cerrahoğlu, Mehmet Hatipoğlu, Talat Koçyiğit, Süleyman Ateş.. bu isimler asistandı bizim dönemimizde. Arkadaşımız gibilerdi yani ve böyle çok önemli bir eğitim kadrosuydu bizleri okutan. Hepsinin yazdığını görüyoruz, hepsinin bize yazmayı tavsiye ettiğini biliyoruz. Fevziye Abdullah Tansel var.. Fuat Köprülü’nün manevi kızı. Amerika’da uzunca bir süre Türkçe okutmuş. ‘Sıfırcı Fevziye’ derdik.

-Bölüyorum ama Mahmut Karakaş hocamla aynı dönemde miydiniz? Sıfırcı Fevziye’den bahsetmişti o da.

-Mahmut Karakaş, Mahmut Dörtbudak, Mahmut Kaplan.. Bunlar bizim okulun Urfalı Mahmut’ları.. Mahmut Hoca (O zaman da hoca derdik) gitti, herkesin kaçtığı Fevziye hocadan bitirme tezi aldı. Ama öyle bir tez hazırladı ki; emin olun şuanki doktora tezleri o kapasitede değil. Mahmut Hoca geldi, aynı hızla devam etti. Mahmut Dörtbudak; hat sanatında devam etti. Benimki biraz daha farklı oldu. Biraz halk oyunları, biraz hattatlık (20-30 eserim oldu hamdolsun, ben mahiri çalışıyorum). Böyle bir çevre olunca hep okuma hep yazma. Nereye baksak; bir iz arama, bir taş görsem ‘’Acaba hangi dönemden, Urfa’nın neyidir acaba’’ diye düşünüyorum.

Sorduğunuz soruya gelecek olursak; geçenlerde buldum bir küpür, kesmişim gazeteden. Vakıflarla ilgili bir yazı göndermişim Milli Gazete yada Bugün olması gerek.. Tam hatırlayamıyorum. Mehmet Adil olarak yayınlanmış, gazetede çıkan yazım o. İlk yazım ise 1969-1970 yılında bizden önce mezun olanların çıkardığı çok harika bir albüm vardı, orada yazmışım. Her tarafı İslamlaştırmak, dönüştürmek… malum yaşın verdiği heyecanla yazmışım, ’Mim Adil’ adıyla.

-Galiba sizin yaşadığınız ortam sizi bir şeyler yapmaya itmiş, birbirinizi hep motive etmişsiniz.

-Mahmut Hocam bizden bir sene sonra mezun oldu. Kendisiyle Kuran kursunda tanışmıştık. O bizden büyüktü. Ben ortaokuldaydım o lisedeydi, yeni başlamıştı Kuran okumaya. Bize babam küçükken öğretmişti ama kursun açılması için 20 kişilik kontenjanın dolması gerekiyormuş. O kontenjanın dolması için bizi de kayıt ettirmişti. O günden bugüne aynı muhabbet, giderek artan bir sevgi ve saygı. Bütün arkadaş grupları için söylüyorum bunu, bu kadar uzun sürdürebilmek bir nimettir.

-Nasipli bir nesilmişsiniz.

-Hep te birbirimizi güzelliklere teşvik ettik. En başta da yazmak. İlk kitabım ‘’Adsız kitap’’ bir şiir kitabı. İsim bulamadım, isimsiz çıktı 1981’de.

-Yazmaktan konuşuyorken Şurkav Şair Nabi ödülünü almışsınız. Çok gurur verici bir ödül olsa gerek.

-Ziyaeddin Akbulut, hala görüşüyoruz 1990’da gelen 1996’da giden bir valimiz. Genç bir vali idi, diyaloğumuz çok iyiydi. Bizim arkadaşlarla da diyaloğu güzel oldu. Tavsiyeye, istişareye açıktı. Şurkav’ın kuruluşu o dönemde oldu..

Her arkadaşımız; ki 40 kişiydik, ben kurdum diyebilir. Ama görüş bildiren, daha fazla emek veren yine o 40 arkadaşın bir kısmıydı. Biz de o arkadaşlardan biri olduk herhalde. O dönemde belediye başkan yardımcısı olduğum için vali beyle de sürekli görüşüyorduk. Vali bey bizim bu çalışmalarımızı görüyor. Üniversitedeki rektörün fark edip görüşme isteğindeki gibi. Vali beyin bu düşüncesini vakıftaki arkadaşlar değerlendirmişler, yapılanlara bir ödül gibi düşünmüşler herhalde. Benim için onu verici ödüllerden biri.. Çünkü adı ‘Nabi’. Öyle gönül adamı bir valinin ve vakfın takdiri olması da ayrı güzeldi. Ama onu belgeleyen bir plaket, belge yok elimde.

(Youtube sayfamızdaki yayından sonra; izleyicilerimizden bir dost, Vali beyin Oymak hocamıza plaket takdimini içeren fotoğrafı bizlerle paylaştı. Teşekkür ediyoruz.)