18 NİSAN 1999 SEÇİMLERİ İLK KEZ OY KULLANACAĞIM
Yaz tatiline girerken aldığımız bu cezanın ne anlama geldiğini çok iyi biliyorduk. Bir üst cezası okuldan ihraç edilmekti. İlk kez oy kullanacağım bu seçimlerden bir parti dışında hiçbir beklentimiz umudumuz yoktu. İşin gerçeği neydi bilmiyorduk. İrtica diye delibozuk bir kavram çıkmıştı ortaya kimi nerde nasıl vuracağı belli olmayan.
Birçoğumuzun en büyük umudu 18 Nisan 1999 seçimleriydi. Her tarafta elimize broşürler sıkıştırılıyordu. En çok cesaretiyle ön plana çıkan, adı lazım değil, bir partinin broşürlerinde cesurca yazılmış ifadeler yer alıyordu. Bunların en başında yer alanı ve bizi en çok ilgilendireni şu maddeydi: Başörtüsü yasağı çözülecek! Seçimden sonra çözdüler. Nasıl mı? Başörtülü seçimlere giren milletvekilinin yemin sırasında başörtüsünü çözmesiyle… Oysa bu sayede ilk defa bu kadar oy toplayabilmişlerdi. İktidar olmuşlardı.

17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ
Yaz tatili başlamıştı. Urfa cayır cayır yanıyor. Herkes balkonlarda yatar Urfa'da. Bir yaz gecesi seneye ne yapacağımı kara kara düşünerek bir uykuya dalıyorum. Sabaha doğru mahallede bir uğultu ama bağırtı çağırtı yok. Nedense herkes uyanıveriyor. Uğultu şu musibeti fısıldıyor kulaklara. Kulaklara değil de ruhlara, yüreklere sanki. DEPREM olmuş… 17 Ağustos 1999 depremi. Türkiye'de canı yanmayan bir yakınını veya yakınının yakınını kaybetmeyen hiç kimse kalmamış. Televizyonlar açılınca görülen korkunç manzara karşısında bütün Türkiye tek yürek olmuş nefes alamıyor. Ölümle yaşam o kadar iç içe geçmiş ki ölüm de yaşam da tüm anlamını yitirmiş.
Yığınla cesetleri, enkaz altında kalmış hayatları görünce büsbütün yitiriyor anlamını hayat. Daha sıkı bağlanıyoruz 'asıl' olana... Gerçek hayata… Daha da bir sevdalanıyoruz SONSUZLUĞA... Öyle ya kim bilir kaç diploma kalmıştı o enkazın altında. Ölüm, çepeçevre sarmıştı ruhlarımızı.

SON PROTESTO GÖSTERİMİZ
Yalnız 28 Şubatçılarda etkisini göstermiyor deprem. Onlar zaten birer molozmuş meğer. Bir de yalakalarını etkilemiyor. Suç duyurusunda bulunduk topluca. Tabii ki bir sonuç alamadık.
Zamanla her şey gibi direnişimizin de sonuna yaklaşmıştık. O gün son protesto eylemimizi gerçekleştirme kararı alınmıştı. Öyle ya ne kadar da azaldığımızı görmemeliydiler. Son protesto için toplandık. Son bildiriyi okuyacağım hakkında hiçbir bilgim yoktu. Elime bir kağıt verildi. Oku denildi. Öncesinde bir kez bile gözden geçirmeden başladım okumaya. Okuyacaklarım belki de beni ipe götürecek şeylerdi. Okurken de ne okuduğumu bilmiyordum. Tek hatırladığım aylardır bağırıp durduğum şu birkaç slogandı: 'Başörtüsüne uzanan eller kırılsın.' 'Zulme karşı direneceğiz.'
Polisler etrafımızı sarmıştı. O günün son gün olmasının nedeni polisin bundan sonra eylemlere katılanları gözaltına almaları kararıymış. Polise söz verilmiş, bildiri okuyup dağılacağız, diye. Ama ben o kadar çok bağırmışım ki ağlamaklı, kimse dağılamamış. Bir anda yeniden sloganlar atılmaya başlandı…
Tek ümidimdi oysa bu protestolar… Biraz daha dirensek bu sorun çözülecek sanmıştım. Sanmıştım ki… O günden sonra herkes evine döndü. Bu macera da burada bitti.

OKUDUKLARIM ARTIK BENİ BOĞMAYA BAŞLAMIŞTI
Bu arada Şehmus Bey bizim son 6 aylık uzaklaştırma cezasına karşı açtığı davayı kazanmış. Karar şu: 'Devam zorunluluğu olmadan final ve bütünleme sınavlarına girme hakkı verilmiştir.' Sevinsek mi üzülsek mi bilemiyoruz. Bu haklardan faydalanmak için yine başörtüden vazgeçmek zorundayız.
1 buçuk yıl geçti aradan. Ne olacağına, ne yapacağına karar verilemeyen 1 buçuk yıl. Olmanız gerektiğini düşündüğünüz yerde değilseniz, nerde olduğunuzun hiçbir önemi yok. Kendinizce yanlış yerdesinizdir çünkü. Ben hayatım boyunca öğretmen olmak istemiştim. Edebiyat öğretmeni ve gün geçtikçe bunun dışında başka bir şey olamayacağımı anlıyordum. Dışarı çıkmam hemen hemen yasaklanmıştı. Haklıydı annem okula gitmiyorsam ne işim vardı dışarıda. Konu komşu ne derdi. Kendimi okumaya vermiştim. Ama okuduklarım beni boğmaya başlamıştı. 'İnsanoğlu üretince mutlu olur' demişti bir uzman. Haklıydı galiba ben artık hiçbir şey üretemeyen bir asalağa dönmüştüm. Acılı bir ailenin ekstra acılı bir uyumsuzu gibiydim. Gereksiz ve de fazlalık…

PERUKLA OKULA GERİ DÖNÜYORUM
Birkaç günde bir günlüğümü karalardım. En son ele alışımda sayfaları karıştırdım. Baktım ve de gördüm ki ben artık intihardan filan bahsediyorum. Ardından okula dönmeye karar veriyorum.
Okula bir daha dönmeyenler, buradan size sesleniyorum: Sizleri bir ömür yalnız bıraktık. Biliyorum ki mahşer günü bunun da hesabı sorulacak. Önünüzde saygı ve mahcubiyetle eğiliyorum.
Önce gidip Zühal'le paylaşıyorum kararımı. Saygı duyuyor. Annem senin de başladığını duyunca yer beni, diyor.
İyi de ben nasıl başlayacağım. Başımı açamam. 'Aynı şey, bu ne saçmalık' dediğim peruğu mu takacağım. İyi de Allah'ım ben nasıl başlayacağım. Açamasam, peruk takarım diyorum. Başlıyorum peruk aramaya. Kuaförleri geziyorum. O senelerde peruk satışlarında patlama oldu. Kuaförün birinde bir müşteri, genç bir kız. Benim var, diyor. Yeni örtünmüştüm. Yasak çıkınca peruk taktım. Ama takamıyorum artık, size verebilirim diyor. Peruğu bu kadar kolay temin edebileceğimi tahmin etmiyordum.

ARKADAŞLARIM DA PERUK TAKIYOR
Duydum ki Zeynep'le Cahide Leyla da okula dönüyorlar. Aynı gün aynı saatte fakültenin önünde buluştuk. Onlar da peruk takacak. Yere kadar uzun pardösülerimiz var üstümüzde. Başımızda başörtülerimiz. İyi de bu illeti nasıl takacağız diyoruz. Hem açık alandayız. Nasıl utanıyorum anlatamam. Hayır, gerçekten anlatamıyorum. Hiçbir zaman anlatabildiğime de inanmıyorum. Eşarplarımızın üzerine geçiriveriyoruz. Birbirimize bakıp bakıp gülüyoruz. Hani şu Radyo Medya'yı kapattırdığım 'bukalemun değiliz' sözündeki bukalemun var ya. Tam da ona benzemişiz. Çirkin ve de komik…

HERKES BANA BAKIYOR YA DA BEN ÖYLE SANIYORUM
Fakülteden içeri giriyoruz. Herkes kendi sınıfına yöneliyor. Sınıf arkadaşlarım içerdeler. Ders başlamış mı hatırlamıyorum. İçeri giriyorum. Herkes bana bakıyor. Ya da ben öyle sanıyorum. En arkaya geçip oturuyorum. Ağlamıyorum ya da öyle sanıyorum. Hiççç konuşmuyorum. Hiç kimseye hiç bakmıyorum. Hiçbir şey görmüyorum. Günlerce hiçbir şey yemiyorum. Öğle arası çıkarsam eğer bir daha dışarılarda peruk takmak zorunda kalacağım. Bazen nefes almayı bile unuttuğum oluyor. Sonra aniden derin nefesler alıyorum. Ağlamıyorum ama… Ağlamak acizliktir, biliyorum. AĞLARSAM birileri bana acımak zorunda kalacak biliyorum. Ve benim hayatta en nefret ettiğim şey birilerini kendine acındırmaktır.

HANGİSİ DAHA ZOR BİLMİYORUM ANNE
Namazlarda başlıyorum ağlamaya. HIÇKIRA HIÇKIRA. 'Allah'ım' diyorum 'Yapamadım' diyorum, 'Başaramadım' diyorum. 'Hakkımda hayırlı olanı nasip et' diyorum. 'Yanlışsam doğrult beni' diyorum. 'Yanlış yolda olduğumu da biliyorum. Yanlışını inkar edenlerden etme beni. En azından yanlışımı bir kaplumbağa misali sırtımda taşıma onurundan mahrum etme beni' diyorum. Annem giriyor içeriye. Beni o halde görünce yaptığı baskılardan pişmanlık duyuyor. 'İstersen gitme' diyor. 'Bu kadar zorlanacağını bilemedim' diyor. Sarılıyoruz, birbirimize. Hangisi daha zor bilmiyorum anne diyorum.
Hangisi daha zordu hiçbir zaman bilemedim.
-SON-