Şair Murathan Mungan’dan desturla, “eskiden, çok eskiden”;

“Hani erken inerdi karanlık

Hani yağmur yağardı inceden

Hani okuldan, işten dönerken

Işıklar yanardı evlerde”

İşte o günlerde Nuri Sesigüzel türküler söylerdi her yerde.

*

Hani çok erken kalkmıştı Nazlı. Terzi kocasına kahvaltı hazırlamış, o da yanına oturmuş, yeni evlendiği yakışıklı kocasını yatakta doymamış gibi bir de kahvaltı sofrasında uzun uzun göz ucuyla süzüp durmuş, kaytan bıyıklarına hayran hayran bakmış, onu yolcu etmiş, sonra yattıkları odaya girmiş, pirinç karyolada dağınık duran yatağı düzeltmiş, karyolanın başucuna işlenmiş küçük aynada bir süre yüzünü seyretmiş, kendini ona az, onu kendine fazla görmüş, sonra kendi eseri yatak örtüsünü sermiş üzerine yatağın, ortalığı toplamış, pencerenin kenarındaki plastik saksıdaki yapma gülleri taze güllermiş gibi uzun uzun sevmiş, sonra radyonun üzerindeki kanaviçe işi örtüyü özenle kaldırmış, düğmesine basmış radyonun, Nuri Sesigüzel’in sesi yayılmıştı ya ortalığa, “Uykuda mısın sevgili yarim” türküsü dolmuştu ya odaya, gelip geçenler de duysun diye pencereyi açmış, içeriye bahar havasını, dışarıya türkünün nağmelerini salmıştı ya, o sabah dünyanın en mutlu insanıydı Nazlı.

*

Şair Turgut Uyar’dan desturla, “Bir Gün Sabah Sabah”, aylardan beri ayrı kaldığı sevdiğine kavuşmanın heyecanıyla kapıyı çalmak istemişti ya diyelim Hüseyin, uykudan uyandırmak istemişti ya diyelim Yasemin’i,

“daha sisler kalkmamıştı Haliç’ten

Vapur düdükleri ötmededir

Etraf alacakaranlık,

Köprü açıktır henüz.”

Yolculuğu uzun sürmüştü Hüseyin’in,

“gece demir köprülerden geçmişti tren,

“Dağ başında beş on haneli köyler,

Telgraf direkleri yollar boyunca

Koşup durmuştu” ya onunla beraber.

Trenin penceresinden şarkılar söylemişti, uyanıp uyanıp tekrar dalmıştı ya; fakirdi, üçüncü mevkide seyahat etmişti,

“Lületaşından gerdanlığa gücü yetmemiş

Sapanca’dan bir sepet elma almıştı” ya Yasemin’e.

Haydarpaşa’da inmişti ya trenden

Rıhtımda vapur pırıl pırıldı ya, “hava hafiften soğuk”tu, “deniz katran ve balık kokuyordu” ya, “bir nefeste çıkmıştı ya evin yokuşunu”, kapıyı çalmıştı ya sevinçle, içerden gelen “kim o sesine” Nuri Sesigüzel’in “Kara Tren Gelmez Ola” türküsü eşlik etmişti kapı açılır açılmaz.

O gün Hüseyin’in en mutlu günüydü.

*

Şair Ziya Osman Saba’dan desturla, “Bu Sakin Öğle Vakti”, diyelim Bursa’da, dağa tırmanan yol üzerinde, bir hayli yukarılarda bir yerde, “Bir sakin öğle vakti… Mevsim taze, gün ılık”, “Bir dersten çıkmış gibi içinde bir ferahlık”, her taraf yemyeşil, “Yeniden yapraklanan şu çınarın gölgesi”nde diyelim Nurettin, bir cami var bir kurşun atımı mesafede, minaresi beyaz, “beyaz minareden dökülen ezan sesi…”, ezan sesini duyar duymaz kısıyor radyonun sesini Nurettin, “Yosun tutmuş çeşmede” alıyor abdestini, çocuklar koşuşuyor, “kuşların dem çekişi”, dönüyor kahveye camiden Nurettin, çınar yapraklarını mızrak gibi delip geçiyor güneş ışıkları, ezanı bastırmasın diye kıstığı radyonun açıyor sesini Nurettin. Nuri Sesigüzel, “Hangi Bağın Bağbanısan gülüsen” türküsünü söylüyor radyoda.

O gün “mesut ediyor Nurettin’i vatanın güneşi” ve Nuri Sesigüzel’in sesi.

*

Terzi Sabri’nin dükkanının camında rengarenk ampulller… Ampuller allı, sarılı, yeşilli, morlu… Gökte ay, bakır bir tepsi… Menderes ve arkadaşlarının akıbetine dair an be an haber veriyor radyo. Darbeciler bütün musikişinaslardan “inkılabın mana ve ehemmiyetine uygun marş” sipariş etmiş. Herkes birbiriyle yarışıyor. Ama hiçbirisi askerlerin istediği gibi değil. Nuri Sesigüzel’e de A. Nail Bayşu’nun bestesini bir plağa okuttular onu da kervana katmak için. “Türk ordusu geçti başa/ Yaşa şanlı ordu yaşa/ Hürriyeti verdin bize/ Türk ordusu binler yaşa/ Türk ordusu hazır oldu/ Gece saat üçü vurdu/ Yirmi yedi Mayıs günü/ İçimiz sevinçle doldu…” diyen o plak Terzi Sabri’nin dükkanına hiç girmedi. Ama Sabri, Nuri Sesigüzel’i dinlemekten de hiç vazgeçmedi.

İdam ettiler o sene Başvekil Adnan Bey ve arkadaşlarını. Sabri, türkü söyleyen radyonun sesini kıstı.

*

Köylüleri kurtaracaklardı. Şehirde kovalandılar, kurtaracakları köylülere sığındı onlar da. "Devletini evlatlarından daha çok seven" köylüler ihbar etti onları. Alıp götürdüler. Üçünün de bıyıkları yeni terlemişti. Üçünün de elleri bir sevgilinin avuçlarında terlememişti henüz. Henüz gençliğini yaşamamıştı üçü de. Üçü de birçok zaman bir sevgiliden mektup beklemişti gizli gizli; devrimciler devrimle nikahlıydı o yıllarda, sevgiliye ayıracakları zamanları yoktu. Bir Mayıs günüydü, isyan etmişti dışarıda bahar. Serin bir yel esiyordu mahpushane avlusunda. Uyandırdılar üçünü de, ayakları prangada, elleri kelepçeliydi. Birisinin adı Deniz, birisinin Hüseyin, ötekinin Yusuf’tu. Üçü de dimdik uzattılar ipe boyunlarını. Cellat ipi çekti.

Ulucanlar’da hapishaneye komşu evinde bir işçi, fabrikadaki işine gitmeden önce sabah türkülerini dinlemek için açmıştı radyoyu. Kapıyı açtı, Nuri Sesigüzel’in “Mezarımı yol üstüne kazsınlar” uzun havası kapıdan çıkarak cezaevinin üzerine yayıldı.

*

Bülent Ecevit, Milli Şef İsmet Paşa’ya “senin solculuğun sağa çekiyor” diyerek, CHP’yi “ortanın soluna çekme” vaadiyle başkaldırdı, onun yerine geçti ama henüz kara bıyıklı, kara kuru, yağız bir adamdır, dağ taşa henüz “Umudumuz Ecevit” sloganı yazılmamış, az kişi tanıyor onu. Nuri Sesigüzel kapıları kırıyor, her yerde, çay bahçelerinde, gazinolarda, kahvelerde, köy odalarında, evlerde onun türküleri duyuluyor. O günlerde Adana’dadır kendi anlatımına göre, İnci Palas’ta kalıyor. Sesigüzel’in orada olduğunu duyan koşmuş. Otelin önü mahşeri kalabalık, su döksen yer ıslanmaz. Kapıyı zorluyorlar, derken otelin camı kırılır. Polis gelir, onu uyandırırlar. “Çık cama şunlara bir el salla” derler, “yap ki dağılsınlar.” Tesadüfen o gün aynı otelde CHP’nin başına yeni geçmiş Bülent Ecevit de var. Ecevit, kalabalığa bir mana veremez, kendisi için ahali toplanmış sanıyor, “Hayır efendim, otelde Nuri Sesigüzel var, onu duymuşlar, bu kalabalık bu yüzden” deyince, onunla tanışmak ister Bülent Ecevit. Nuri Sesigüzel gelir, ilk karşılaşmada gayriihtiyari, “Merhaba Karaoğlan” diye seslendiğini söyler kendisiyle yapılan birçok mülakatta.

Meğer “Karaoğlan” sıfatını Bülent Ecevit’e Nuri Sesigüzel takmış.

*

Üç yüzden fazla plak doldurdu. 54 sinema filminde başrol oynadı. Birkaç kez üst üste “altın plak” ödülünü aldı. Ama adı hiçbir skandala karışmadı. Çünkü o sadece türkü söyledi. Türkü onunla birlikte Anadolu’dan yüklenip İstanbul’a geldi. Türkü icracılığı, efendilik gerektirir. O efendiliği hiç elden bırakmadı. Tek düzedir türkü, skandala açık değildir. Sağa da çeksen, sola da çeksen türkü türküdür. Ne zamanki hemşerisi İbrahim Tatlıses “ayağına kundurasını geçirip” onun yürüdüğü yolu yürümeye kalkıp İstanbul’a vardı, onun tahtı da sallanmaya başladı.

Nuri Sesigüzel’in sesi gittikçe “feyd” olurken, yeraltından geliyormuş gibi derinden gelen deprem sesine benzer bir sesle İbrahim Tatlıses’in “Allah Allah bu nasıl sevmek” diyen sesi her yeri sardı. Çünkü 1960’lı yıllar boyunca “arabesk müzik” yoksul mahfillerin dışına çıkmamıştı. Radyo sıkı bir ambargo uygulamıştı ona. Türkü ise serbestti. Ama türkü de bir türlü “zengin mahfillerine” nüfuz edemiyordu. Ruhi Su bu kapıyı çok zorladı ama pek bir sonuç alınamadı.

1970’li yıllar arabesk müziğin şaha kalktığı yıllardır. İbrahim Tatlıses, türküye arabeski karıştırdı, ikisini harmanladı, üstüne çokça skandal ekledi ve ortaya çıkardığı “karışığı” alıp memleketin başından aşağı boca etti. O zamana kadar Nuri Sesigüzel’in türkülerini dinleyip “Ah ulan ah” diye nida çekenler, İbrahim Tatlıses’le ayağa fırlayıp “Allah Allah” diye göbek atmaya başladı.

Nuri Sesigüzel’le birlikte “efendi türkücü” gitti; türküye “bozguncu arabeski” karıştırmış olan İbrahim Tatlıses’le birlikte yakası bağrı açık, bir omzu düşük, yırtık delikanlı gelip başköşeye oturdu.

Bundan sonraki hayatında Nuri Sesigüzel’e de “sıra gecelerine” diz kırmak düştü.

*

Taze süt kokardı dondurma. Yaz günü dağdan kar getirir, dondurmacıya satardı çerçi. Uzun sürerdi yaz öğleden sonraları. Matine suareydi sinema. Kapısında gazoz satardı meşrubatçı. Dut satardı kaldırımda bir işsiz. Küfelerde kiraz taşınırdı. Kamyonlar kavun karpuz yüklü...

Gölgeler sarkar, güneş batar, ışıklar çoğalır, serin bir yel çıkardı. Artık akşamdı. Sinemanın hoparlöründen şehrin üzerine perde perde Nuri Sesigüzel’in türküleri yayılırdı.

“Dumanlı dumanlı oy bizim eller”.

Şehrin çehresine mutlu bir tebessüm yayılırdı.

*

Ne Hüseyin ne Yasemin ne Nazlı ne Nurettin ne pirinç karyola ne yapma güller ne kanaviçe işiyle süslü radyo ne çınar altındaki kahve ne süt kokan dondurma ne de “Kahverengi Gözlerin” var şimdi…

Bahsettiğim Nuri Sesigüzel’in türkü söylediği yıllardı. “İkinci Yeniciler” “gül” yetiştiriyordu “balkon”larda; Kemal Tahir “Yol Ayrımı”na geldiğimizi söylüyor, Metin Erksan, Lütfi Akad güzel filmler çekiyordu. Oğuz Atay oyun kuruyordu kafasında, Cemil Meriç “kamus namustur” diye feryat ediyor, İdris Küçükömer “yapmayın arkadaşlar ne bu sağ sağdır ne bu sol soldur” diye bas bas bağırıyordu; bir süre sonra türkülerin sesi kısıldı, elde tabanca herkes kendi askeri marşını söylemeye başladı birer zabit ciddiyetiyle.

O halde yine Murathan Mungan’dan desturla;

“Şimdi ay usul, yıldızlar eski

Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden

Geçen geçti,

Geceyi söndür kalbim

Geceler de gençlik gibi eskidendi

Şimdi uykusuzluk vakti.”

*

Nuri Sesigüzel de öldü.

Nur yağsın kabrine şimdi.

Muhsin Kızılkaya
www.haberturk.com