Tarihî eserlere bakış açımız, yüzyıldır, sadece toprak altında kalanlarla, eski eserlerle sınırlı kalmıştır, arkeoloji ve sanat tarihi açısından. Yapılan çalışmalar, okullarda okutulan dersler göz önünde tutulduğunda toprak üzerindeki eserlerin gereken ilgiye, alakaya mazhar olmadığı görülür. Son dönemde yapılan çalışmalar, bu yeknesak gidişatı değiştirmeye çalışmışsa da sonuç, toprak altında kalanın daha değerli, toprak üstündekinin daha değersiz olduğu kanaatini kemikleştirmiştir


Toprak altında kalan elbette tarihî eser kapsamındadır, araştırılması gereken eserlerdir. Zaman içinde gün ışığına çıkarılması gereken eserler, arkeoloji açısından önemlidir, sanat tarihi bakımından değerlidir. Bizim buna itirazımız söz konusu olamaz, ifademiz yanlış anlaşılmamalıdır. Kazılarda elde edilen eserlerin yeri müzelerdir, sergi salonlarıdır.


Toprak üstündeki eserlerin gittikçe harap olması, yıkılmayla yüz yüze gelmesine yönelik tedbirlerin alınması, eserlerin ömrünün uzatılması şarttır. Bu tarz eserlerin teknolojik gelişmelerle beraber her yönüyle kayıt altına alınması gereklidir.


'Defineci' şeklinde ifade edilen, kaçak kazılarla eserleri yurt içinden dışarıya kaçıran, satan, yurt içinde her yerde kendisini gösteren, resmiyette derdest edilmesi elzem olan tarih eser kaçakçılarının toprak altı yetmezmiş(?) gibi, toprak üstündeki eserleri de tahrip eden tavırları, tarihe saygısızlığın, kültüre yabancılaşmanın, değerlerine sırt çevirmenin adı olmuştur.


Ülkemizde kimi yapıların taşlarının numaralandırılarak, gece yarısı sökülüp yurt dışına çıkarıldığı, konuyla ilgili olanların bilgisi dahilindedir. Kimi ibadethanelerin çinilerinin, mihraplarının ya da minberlerinin veya taç kapılarının aksamlarının sökülüp müzayede salonlarında açık artırma suretiyle satılması, müzelere aktarılması, yabancı olmadığımız hususlardandır.


Kimi holdinglerin ya da kişilerin, tarihî eser toplayıcısı olduğu bilinmektedir. Bu kimi şahısların özel müze kurmaları ya da 'koleksiyoncu' adı altında eser toplayıcılığı yaptığı saklanacak bir husus değildir.


Yurtdışına kaçırılmak istenen heykel, sikke ve değerli madenlerden objelerin el değiştirdiği zamanlarda resmiyette haber alınanların yakalanması, zaman zaman basına-medyaya haber olduğunu görmekteyiz. Yakalanmayan, ülke değiştiren bu objelerle değerli eserlerin yeri ülkemiz olması gerekirken, başka topraklara seyr u seferleri iç acıtıcıdır.


Durum böyle iken toprak üzerinde mevcut olanları koruyamama, daha inciticidir. Birçok kitabesi yerinde olmayan tarihi eserlerin, yapıların çalınan çinileri, kabartmaları-rölyefleri başka pazarlarda el değiştirirken, ancak farkına varıldığında müdahalelerle ait oldukları topraklara uzun uğraşlar sonucu dönmesi söz konusudur.


Her şehirde kurulacak olan Şehir Araştırmaları Merkezi'nde vatandaşın elinde bulunan, gördüğü, sonradan değerini anladığı eserler, objeler müzelere teslim edildiği gibi, bu merkezlerin olduğu şehirlerde değerlendirilmesi söz konusudur. Aslı müzelerde kalması gereken, kopyası merkezlerde sergilenmesi esas olan tarihî değeri haiz olan malzeme, şehirlinin kendi şehrini bilmesi açısından oldukça önemlidir.


Tarihî değerlerin, malzemelerin sergilenmesi söz konusu ise, bu merkezlerin devletçe desteklenerek açılması şarttır. Şehir Araştırmaları Merkezi, her ne kadar tarafımızdan gündeme getiriliyor ve sürekli yazılarımıza konu ediliyorsa da konuya duyarlı olanlarca destek bulmaması, bizce daha üzücüdür.


Biz, bu merkezlerin ait oldukları her şehrin hakkıyla tanınmasının ve tanıtılmasının inanç, tarih, kültür ve diğer yönleriyle önemli iken, işe sadece turizm açısından yaklaşma bizce anlamsızlığını halen korumaktadır.


Gelir getirici, tarihî eserlerin ticarete kurban edilmesi olarak bir yönüyle baktığımız toprak üstü eserlerin amacının çok ötesinde ticarî kullanımı, tarihe, kültüre, inanca, değerlere yabancı kalmanın remzidir.


Medreselerin, hanların, köprülerin, konaklarla köşklerin bu tarz amaçlarla kullanımı, bazen kimi ibadethanelerin de bu kapsama alınması, turizm adı altında rant devşirmenin çirkin yüzünü açığa çıkarmaktadır. İşletmelerin uzun yıllara dayalı anlaşmaları, bu eserlerin ne kadar iyi korunursa da aslına uygun kullanımlarının söz konusu olmayışı, tarihî eserlerin olması gereken şekilde sahiplenilmesinin önünde engel durumundadır.


Birçok tarihî yapının içecek-yiyecek yeri olarak kullanımı, hamamların bile lokanta-restaurant kimliğine büründürülmesi, bizim 'Şehir Araştırmacısı' olarak karşı çıktığımız öncelikli meselemizdir.


Elbette bu tarihî yapıların kullanımı gereklidir. Bu eserlerin onarımı, bakımı yüksek meblağlar gerektirir. Yarına miras bırakılması, korunması için elde edilecek gelirler için, kimi amaçlarla işletmelere verilmesi düşünülebilir. Lakin bu eserlerin kullanım alanı, eserin yapılış şekline uygun olmalıdır.



Ayakta duran bir medresenin (:Üniversitenin) ancak, günümüzdeki mevcut üniversitelerin ilgililerince değerlendirilmesi esas olmalıdır. Bu medreselerin böylelikle bakımı, onarımı yapıya sahip çıkan üniversitece gerçekleştirilir.


Bizdeki mevzuat hazretleri, bu yapıların ve tarihî eserlerin kolaylıkla üniversitelerce kullanımını kolay kılmaz. Bir yapı, Millî Emlak Müdürlüğü'ne, biri Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne, biri Kültür ve Turizm Bakanlığı'na, öbürü Belediye'ye, diğeri İç İşleri Bakanlığı'na ait olması gibi, mülkiyet sahipliği farklılık arz eder. Yetki karmaşası içinde bu tarihî yapıların sahibi ya da yetkilisi görünen kurumlarla kuruluşlar, yapıların yapılış amacına uygun kullanımının önünde engel olmaya devam etmektedir.


Yapıların ait olması gereken kurumlarla kuruluşlar yeniden gözden geçirilmelidir. Çoğunlukla yapılar iki-üç kurumla kuruluşla sınırlı olmalıdır. Kurumla kuruluşla alakalı olan yapılar belirlenmelidir. Bu yapıların, eserlerin kullanım şekli yeniden belirlenmelidir.
Bu kural, şehirlerin ve ilçelerin sınırları içinde olan kaleler için geçerlidir, köprüleri için geçerlidir.


Bir dönem mescit-camiî olduğu kayıtlı belgelerden anlaşılan, kitabesi yapının üzerinde duran, restorasyonu yapılmış yapının ticarî-turistik işletme olarak ihaleye verilmesi söz konusuydu. Bizim ısrarlı yazılarımız sonrası, kendisini 'Molla Kasım' zanneden kişilerle muhattab bırakılmamız karşısında dik duruşumuz değişmedi.

Yapının mihrabı yerinde, kitabesi üstünde olmasına rağmen onlarca yıl kapalı olması, başka amaçlarla kullanılmış oluşu, şehir merkezinin ortasında bulunuşu, kaçınılmaz kar payı, iştihaları kabartmış olmalı ki, taliplisi çoğalan, işletmeciliğini alacak olanın belli olduğu manzarada, yayınlarımız yapının Mescid-Camiî olduğunu belgelemesiyle istenilen gerçekleşmedi.

Devam edecek-