Suphi Aslan: Bir de başçavuşla aranızda geçen bir kitap meselesi vardı Fehmi abi…
F. Gayberi: Onu da anlatayım. Oto elektrikçiliğe ayrıldığım zaman diğerleri ile beraber beni de ilk önce hamama götürdüler. Yalnız önceden bana demişlerdi ki "Hamama giderken yanına iki tane iç çamaşırı al. Orada herkes çıplak yıkanıyor. Sen biriyle yıkanırsın, çıkınca da kurusunu giyersin." Ben de öyle yaptım. Demek ki nöbetçi başçavuşun dikkatini çekmiş. Adı Salih Çetin. Çetin Başçavuş. Sonradan öğrendim ki Bektaşi imiş. Daha sonra samimi olduk. Demokrat Partili, sağlam bir adam. İhtilalde bıyığını filan kesmişler. Benim çamaşır meselemi sordu, anlattım. Hoşuna gitti.
Bir gün elimde Fransız Andre Gide'in "Dünya Nimetleri" kitabı var. Varlık Yayınlarından çıkmış. Onun birinci sayfasında diyor ki "İşte size yeryüzünde verdiğimiz nimetler." (Kur'an-ı Kerim). İkinci sayfada ise "Uyuyan mutluluğum uyandı." (Hafız-ı Şirazi). Üçüncü sayfada ise "Nathanel! Tanrı'yı her yerden başka yerde arama." Elimde bu kitap var, Salih Başçavuş girdi içeriye. Yeni yeni tanıştığımız zamanlar. Kitaba şöyle bir baktı, evirdi, çevirdi, düşündü. Sonra "Sana bir soru soracağım." dedi. Bilirsen benden taraf keyfettin, bilmezsen acısını çıkarırım senden." Daha onbaşıdan korkuyoruz, bu başçavuş… Mecburen "Buyurun!" dedim. Dedi ki "Madem Hz. Ali ilmin kapısı. Madem Allah'ın aslanı. Madem Hz Peygamber'in amcasıoğlu, madem damadı… " Böyle böyle vasıflarını saydı. Sonra da "Madem öyleydi, niçin yatağında ölmedi de katledildi?" diye sordu. Ben dedim "Efendim kaderdir, şöyledir, böyledir." "Geç bunları kardeşim. Bunları herkes biliyor. Bana bir hafta içerisinde doyurucu bir cevap getirirsen, benden taraf tamamsın. Yoksa elimden çekeceğin var." dedi. Şaka tabii. Günlerden Cuma. Cumartesi günü çarşı iznine çıktık. Daha bir yeri görmemişim. Ulus'a gittim. Baktım Milli Eğitim Kitapevi var, satış mağazası. Yeni çıkan kitaplar arasında bir tanesi dikkatimi çekti: Feridüddin-i Attar'ın "Mantıku't-Tayr" kitabı. İçeriye girdim. Görevli adam "Ne var Asker Ağa?" dedi. Korkuyoruz kimseyle konuşmaya. Dedim "filanca kitaba bakabilir miyim?" Getirdi. Sayfaları çevirdim, çevirdim. Bir baktım "Çar Yar-ı Güzin" bölümünde Hz. Ali'nin şehit edilme meselesini anlatıyor. Bir lira, iki lira mı Ya Rabbi, aldım çıktım. Sonra, gide gele, o kitapçıyla da arkadaş olduk. Neyse, Pazar günü okudum, okudum ki Salih Başçavuş'a doyurucu bir cevap vereyim. Okuduğuma göre, şehitler Peygamber'le cennette beraber olacak diye Hz Ali de her zaman "Ya Rabbi! Ben de şehit olayım." diye dua edermiş. Allah da onun bu dileğini kabul etmiş. Çetin Başçavuş bir sonraki nöbetinde yanıma gelince cevabını verdim. Çok memnun oldu. Ondan sonra dostluğumuz daha da pekişti. Her gece beni çağırırdı, sohbet ederdik. Yine Ramazan'da oruç tutmak isteyen askerlere "Sizi kimin sahura kaldırmasını istiyorsanız onun ardına geçin." dedi. Bir baktım 15-20 kişi benim arkama geçmiş. Hepsini ben kaldırmaya başladım. Bazılarının uykusu çok ağırdı, tekrar tekrar gitmek zorunda kalırdım. Muharrem Küçükvardar diye bir arkadaşım vardı, komutanın şoförü. Uykusu çok ağırdı. Bir gün mektupta annesi sormuş "Seni kim kaldırıyor sahura?" Çünkü annesi çok zor kaldırırmış. Muharrem "Fehmi Gayberi adında Urfalı bir arkadaşım var; o kaldırıyor sabırla." demiş. Annesi daha sonraki mektuplarında bana çok dua ederdi.
M. Sarmış: Daha sonra soracaktım, ama söz oraya geldiğine göre kitap okuma konusuna devam edelim. Fakat önce işin başına dönelim. Kitap okuma merakı nasıl başladı?
F. Gayberi: Babamın arkadaşı Ömer Hafız vardı; Ömer Göç. Urfa'nın merkez vaizi. İki gözden âmâ. Bir gün babama dedi ki "Fahrettin! Yarın (Pazar günü) Eyyübiye'de yağmur duası var. Kuraklık var. Akşamdan bir fayton tut. Yarın sabah bizi alın beraber gidelim." Babam o akşam faytoncu ile konuşup anlaştı. Sabahleyin faytoncu bizi aldı. Babam, Hafız Emmi, ben bindik. Eyyübiye gidiyoruz. Kuybaşı'nda ağaçlar var o zaman. Hafız Emmi, oradan geçerken "Fahrettin! Ağaçların yaprakları yeşil mi?" diye sordu. Babam "Yeşil." dedi. O zaman Hafız Emmi dedi ki "Yeşile çok bak. Allah gözünün nurunu arttırır." İşte o zaman cebinden bir kitap çıkardı. Şeyh Sadi-i Şirazi'nin "Bostan"ı. Babama verdi. "Al senin olsun, oku. Çok güzel bir kitap." dedi. Babam da bana verdi; "Koynuna koy." dedi. Ben ilk olarak kitabı orada tanıdım. Sadi'yi de o zaman duydum.
M. Sarmış: Ne zaman?
F. Gayberi: 12-13 yaşlarında olmalı. 1954-55 yılları. Babam sağ daha.
M. Sarmış: Kitap okumaya Sadi'nin Bostan'ıyla başlamış oldunuz.
F. Gayberi: Evet. İkinci kitaba gelince… 1958-59 yılları… Milliyet Gazetesinin Muhsin Kut diye bir karikatüristi vardı. Aynı zamanda ressam. Askerliğini öğretmen olarak yapmak üzere Urfa'ya gelmiş. Yusuf Paşa Camiinin kuzeyindeki Gül Palas'ta kalıyor. Resim yapıp satıyor. İstanbul'a gönderiyor. Urfa'nın da çok resimlerini yaptı. Sık sık Mahmut Apaydın'ın yanına geliyor. Bilirsiniz onun Yusuf Paşa'nın hemen ön cephesinde şekerci dükkânı vardı. Muhsin Kut'un İngilizcesi de çok iyi. Mahmut Apaydın kendisinden ders alıyor. Mahmut benim küçüklükten arkadaşım. Demiştim ya amcası Abdülkerim Apaydın ile babam tarikat arkadaşı. Rufailer. Oradan tanışıyoruz. Her gün iş çıkışı yanına gidiyorum. Orada ben de Muhsin Kut'la tanıştım. Bir akşam yine gitmiştim. Mahmut Apaydın dedi ki "Bunun otel odasında bir elektrik arızası var. Bakabilir misin?" Gidip baktım. Bir tel kopmuştu, bağladım, hallettik. Arkadaş olduk. Hoş bir adam. O da bana Muhyiddin İbni Arabî'nin "Fususu'l-Hikem"ini hediye etti. Sonra öyle öyle gelişti.
M. Sarmış: Yine bir Doğu klasiği. Üstelik o yaş için çok ağır kitaplar.
F. Gayberi: Öyle oldu.
M. Sarmış: Okuma yazma bilenlerin çok az olduğu bir zaman. Bırakın kızları, erkeklerin bile çok azının okula gittiği bir zaman. Kitabın da kitap okuyanın da çok az olduğu bir zaman. Siz ilkokul mezunusunuz. Üstelik yoksul bir ailenin çocuğusunuz. İşçisiniz, esnafsınız. Ve kitap okuyorsunuz. Çok az görülen bir durum. 
F. Gayberi: Merak işte!
M. Sarmış: Nasıl gelişti? Mesela size bu konuda rehberlik eden, kitap tavsiye eden var mı?
F. Gayberi: Yok. Kendi kendime…
M. Sarmış: Neler okuyorsunuz? Hep böyle Doğu klasikleri mi?
F. Gayberi: En çok onlara merakım vardı.
M. Sarmış: En çok kimlerin eserlerini okudunuz? İsim vermek gerekirse…
F. Gayberi: Feridüddin Attar var. Mevlana var. Sa'di var. Hafız var. Gazali var. Onun İhya'sını çok okudum. 
M. Sarmış: Batıdan da okumuşsunuz?
F. Gayberi: Daha az.
M. Sarmış: Roman var mı?
F. Gayberi: Romana çok heves etmedim. Türk romanları okurdum, ama çok fazla değil.
M. Sarmış: Kitapları nereden alıyorsunuz?
F. Gayberi: Buldukça okuyorum. Seviyorum. Mesela Antep'e malzeme almaya gittiğimde Milli Eğitim satış mağazasından tedarik ediyorum. Diyarbakır'a gittiğimde alıyorum.
M. Sarmış: Sadece kitap değil, dergi de var. Gazetede var. Biraz da onlardan bahsedelim.
F. Gayberi: Vahdi Amcamın Attar Pazarında dükkânı vardı. Gümrük Hanı'nın ana kapısının karşısında. Çeşitli şeyler satıyor. Şimdi oradaki diğer dükkânlar gibi her çeşit şey… Tarak, tırnak makası, koku, kolonya, şu bu… Ayrıca kırtasiye ürünleri satıyor. Bir de dergi satıyor. Bana da "Fırsat buldun mu postaneye git. Gazeteleri getir." diyor. 
M. Sarmış: O zaman gazeteler postadan mı geliyor?
F. Gayberi: Evet. O zaman gazete bayii yoktu. Sonradan açıldı. Gazeteler üç günde bir postadan gelirdi. Rulo halinde. Dergiler de çıktıktan sonra kim bilir kaç günde? Ben de gidip amcamın adına alıyorum. İşte 10 tane "Ali Dayı", 10 tane "Köroğlu"; bunlar siyasi mizahi gazeteler; efendim Yeni Sabah Gazetesi, "Sebilürreşat" ve "Büyük Doğu" dergileri… Getirip dükkanın önüne dizerken ben de haşır neşir oluyorum. Açıp bakıyorum, fırsat buldukça okuyorum.
M. Sarmış: Siz de bu dergilere abone olmuşsunuz.
F. Gayberi: Daha sonra. Bu dediğim 1960 öncesi. Sonra da devam etti. "Hayat Mecmuası" vardı o zaman. Ayrıca "Hayat Tarih Mecmuası" da vardı. Şevket Rado'lar, Yılmaz Öztuna'lar yazıyordu. 17-18 cilt oldu sanıyorum. Bende duruyor hepsi. Ondan sonra Ahmet Kabaklı'nın "Türk Edebiyatı" çıktı. Az önce söyledim "Sebilürrreşat" vardı, "Büyük Doğu" vardı. Sonraları Sarayönü'nde Işıklar Gazete bayii açıldı. Dergiler de oraya geliyor, oradan alıyorum. Faruk ve Ömer kardeşler... Onlar benim dergilerimi ayırırlardı. Hayat Tarih ve Büyük Doğu… Gidince alttan çıkarıp verirler. Biliyorlar. Dost ahbap olmuştuk artık. Sonra Naci İpek'le de arkadaş olduk. Özlem Kitapevi vardı. Tanırsınız belki. 
M. Sarmış: Naci abiyi tanıyorum. Şimdi Aydın'da yaşıyor. Onunla da röportaj yapmayı çok isterdim. Fakat çok yaşlandı. Bir hayli de rahatsızmış diye duydum. Allah sağlık afiyet versin.