M. Sarmış: 1950'lere doğru Yahudiler de terk ediyor.

M. Akalın: Yahudiler bizim ticari hayatımızda çok önemli değiller. Çünkü Yahudilerin toplam sayısı, gittikleri dönem kayıtlarına göre 300 kadar. Üstelik öyle zannedildiği gibi zengin de değiller. İçlerinde dört beş tane malı mülkü olan zengin adam varmış. Gerisi, fakir fukara. Anlattıklarına göre boyunlarına tabla takıp alışveriş yaparlarmış. Tıpkı bizim Gümrük Hanının önünde tablacılık yapanlar gibi.

M. Sarmış: Hani İran Şehbenderliği yapacak kadar zengin olan Harun Bey var. Yine Yahudi tüccarlardan dolayı Yahudi Hanı denilen bir han var…

M. Akalın: O Han'a Yahudi Hanı denilmesinin sebebi de Harun Beydir. O han, aslında ünlü mutasavvıf Sakıp Efendi'nin oğlu Halil Bey'in yaptırmış olduğu bir handır. İlk adı "Halil Bey Hanı"dır. Halil Bey öldükten sonra mirasçıları satınca Harun Bey'e geçiyor. Ondan dolayı da halk arasında "Yahudi Hanı" deniliyor. Ondan sonra da Barutçu ailesinin eline geçiyor; bu sefer de Barutçu Hanı denilmeye başlanıyor.

M. Sarmış: Yani Barutçu adının Kurtuluş Savaşı ile, o savaş sırasında orada barut olması ile bir ilgisi yok.

M. Akalın: Tabii ki… Satın alan ailenin soyadının Barutçu olmasından dolayı. Aynı zamanda bizim Kurtuluş Savaşında mücadele eden "Onikiler"den biri olan Barutçu Hacı İmam'ın yakınlarıdırlar. 

M. Sarmış: Yeniden size dönelim. 1969-1970 eğitim öğretim yılı sonunda lise de bitti. 

M. Akalın: O zaman şimdiki gibi derslerin bitmesi ile hemen mezun olunmazdı. Bir de bitirme sınavına girmeniz gerekirdi. Ortaokul da öyleydi, ilkokulda da… Hepsinin sonunda bir sınav olurdu.

M. Sarmış: Biz de ilkokul sonunda o sınava girmiştik.  Sanıyorum son kez biz girdik. 1973-1974 eğitim öğretim yılı… Sonra kaldırıldı.

M. Akalın: Evet. Son sınıfın dersleri ve normal yazılılar biter. Mezun olabilmek için o yılın derslerinin tamamından bir daha imtihana girersin. Sene içi notların ne kadar iyi olursa olsun, o imtihanı geçemezsen kalırsın. Biz öyle bitirdik. Lise sonda unutamadığımız bir anımız var. Milli Eğitim Bakanlığı liseler arası bilgi yarışması düzenlemişti. Diyarbakır Radyosu bölge illeri arasındaki yarışmayı Radyo'dan canlı veriyordu. Urfa Lisesi adına yarışmaya katılan ekipte ben de vardım. Bir gün Müdürümüz Mustafa Bengisu bizi çağırdı. "Sen, sen, sen, sen… Bilgi yarışmasına katılacaksınız." dedi. Dört arkadaştık. Biri Halil Kaya idi, şimdi profesör. Biri Mehmet Candan, hukukçu, rahmetli oldu. Biri Zikrullah Kırmızı adlı arkadaşımızdı. Urfalı değildi. Sonradan jeoloji mühendisi oldu ve İstanbul Belediyesinden emekli oldu. Biri de bendim. Zikrullah'la birlikte çok kitap okumamız nedeniyle bizi seçtiklerini sonradan anladık.

M. Sarmış: Bir hazırlık yaptılar mı okulda? Hani öğretmenler görevlendirilir, her biri kendi branşında çocukları çalıştırır…

M. Akalın: Yok. Başımızda Mustafa Savaş Hoca vardı. Diyarbakır'a gittik.

M. Sarmış: Sonuç…

M. Akalın: İlk turu yüksek bir farkla geçtik. Okullar ikişer ikişer yarışıyor; yenen bir üst tura geçerken, yenilen eleniyor. İkinci turda elendik. Bizim yarışmamızda da son soruya kadar berabere gidiyorduk.  Mitolojiyle ilgili son soruyu bilemeyince elendik. Zarf kur'asındaki şanssızlıktı gerçekten, karşı tarafın zarfından çıkan bütün soruları eksiksiz bilmiştik halbuki.  

M. Sarmış: O tür yarışmaların cilvesi. Bazen tek bir soru her şeyi değiştirebiliyor.

M. Akalın: Doğru. Yoksa biz iyi bir ekiptik. Eğer o turu da geçebilseydik, ülke çapında dereceye de girebilirdik.

M. Sarmış: Gelelim üniversiteye…
M. Akalın: O zaman üniversiteye hazırlık dershanesi diye bir şey yok. Herhangi bir hazırlık yapma şansınız da yok. Fakat o dönem Urfa Lisesi çok iyiydi. Yani 1965-75 arası… Öğretmenleri müthişti. O dönemde mezun olanların hemen hemen hiçbirisi açıkta kalmadı. Çoğu bir üniversiteye girdi. İmkânı olmayan bazı arkadaşlar da öğretmen okulunun fark derslerini verip öğretmen oldular. O zaman böyle bir imkân vardı. Bizim mezun olduğumuz yılda son kez uygulandı. 1970 Temmuz ayında kaldırıldı. Dolayısıyla Haziranda mezun olanlar bu haktan faydalandı, Eylüle kalanlar faydalanamadı. 

M. Sarmış: Siz böyle bir şeye teşebbüs etmediniz herhalde.

M. Akalın: Ettim tabi. Ne olur, ne olmaz diye müracaat ettim. Teorik derslerin hepsini verdim. Sadece 21 günlük uygulama dersi kaldı. Onu da daha sonra verdim. Üniversitenin ikinci sınıfındaydım. O sıralar bizim üniversite öğrenci olayları nedeniyle sık sık tatil oluyordu. Yine öyle bir tatil olduğunda gelip o 21 günlük stajımı bitirdim, öğretmen diplomasını aldım.

M. Sarmış: Yaptınız mı hiç?

M. Akalın: Bir sene yaptım. O zaman şimdiki gibi öğretmenlerin atanma zorluğu yoktu. Fakülteyi bitirmeye yakın, Milli Eğitim Bakanlığına bir dilekçe yazdım. Beni direkt Urfa Şair Abdi İlkokuluna tayin ettiler. Avukatlık stajını yaparken bir yıl orada öğretmenlik de yaptım.

M. Sarmış: Böylece meslektaş da olmuş oluyoruz.

M. Akalın: Daha fazlası da var. 1970'lerin sonunda iki yıl Endüstri Meslek Lisesinde Edebiyat derslerine girdim. 1980'lerde de iki üç yıl Meslek Yüksek Okulunda İş Hukuku ve Harita Kadastro Hukuku derslerine girdim.

M. Sarmış: Çok iyi. Şimdi yeniden kaldığımız yere dönelim. Liseden mezun oldunuz, sıra geldi üniversite sınavına. O zaman her üniversite kendi sınavını yapıyor galiba. 

M. Akalın: Hayır, merkezi sistem sınavları vardı. Üç türlü puan vardı; fen, sosyal ve yabancı dil… Benim fen dersleriyle aram çok yoktu zaten. Ama sosyal puanlarım çok yüksekti. Edebiyat, tarih sorularının hemen hemen hepsini yapmıştım. Dolayısıyla epey yüksek bir sosyal puan geldi. O sene Hukuk Fakültesi sosyal puanla alıyordu. Daha sonra değiştirip ortalama puana çevirdiler. O sene İstanbul Hukuk'a giren üç dört arkadaş vardı. Ben vardım, Ahmet Elçi vardı, Ahmet Atlıoğlu vardı, Necati Birden vardı.

M. Sarmış: Üniversite yıllarına dair neler söylemek istersiniz?

M. Akalın: Bir ve ikinci sınıf, öğrenci hareketleri dolayısıyla sürekli açılıp kapanmakla geçti. Okula iki gün giderdik, üçüncü gün kapanırdı. Birkaç tane pos bıyıklı içeri girerdi, haydi boykot… Hoca çantasını alır çıkardı. 12 Mart olduktan sonra biraz duruldu, normal eğitim öğretim düzenine geçtik. Ben daha çok "kamu hukuku"na meraklıydım. Özellikle siyasal düşünceler tarihi ilgimi çekiyordu. Bu arada yaz tatillerinde Naci İpek'in kitapçı dükkânından ayrılmıyor, koşa koşa gidiyordum. Bana da çok takılıyordu Naci abi. Çünkü bir kitabı alıyor, sıcağa aldırmadan saatlerce okuyordum. 

M. Sarmış: Yani hukuku isteyerek tercih ettiniz. Birçok genç, "puanım neye yetiyorsa" der, siz özellikle istediniz.

M. Akalın: Tabii.
M. Sarmış: 1970'te girdiniz, ne zaman bitirdiniz?

M. Akalın: 1975'te bitirdim. Devre kaybım oldu. Üçüncü sınıfta annem hastalandı İstanbul'a geldi. Ben de hep onun hastalığıyla meşgul oldum. Birçok dersim ertesi seneye kaldı, ertesi sene de o yoğunlaşmadan dolayı bir devre kaybım oldu. 1975'in haziranında mezun oldum.

M. Sarmış: İstanbul Hukuk Türkiye'nin en köklü Hukuk Fakültesidir. Çok önemli hocaları vardır. Onlardan bahsetmek ister misiniz?

M. Akalın: Tabii. Orası gerçekten de derya gibi bir okuldur. İstanbul Hukuk'ta, Ankara Hukuk'u bitirenlere, biraz takılarak, biraz da gerçekten öyle diye "Hukuk Mektebi mezunları" derlerdi.

M. Sarmış: Biraz hafife alıyorlardı yani.

M. Akalın: Hayır öyle değil. Bu tabir, eskilerin tevriye sanatı dedikleri şekilde kullanılıyordu… Kelimenin hem yakın anlamı hem uzak anlamı kastediliyor. Cumhuriyet yeni kuruluyor. Her alanda yetişmiş elemana ihtiyaç var. Bu çerçeveden olmak üzere 1925 senesinde Ankara'da Hukuk Mektebi açılıyor. Tam adı "Ankara Adliye Hukuk Mektebi". O okul 1946 senesinden itibaren Ankara Üniversitesine bağlı bir fakülteye dönüşüyor. Tabii sonradan çok iyi hocalar ders verdi, gerçekten çok kaliteli fakülte oldu. Ama İstanbul Hukuk çok eski tabii. Osmanlı zamanında, ta 1874'te kurulmuş. Kürsü hocalarının her bir kendi alanında efsane profesörlerdi: Hüseyin Nail Kubalı, Orhan Aldıkaçtı, Bülent Köprülü, İdris Küçükömer, İsmet Giritli, Vakur Versan, Rağıp Sarıca, Nurullah Kunter, Türkân Rado, Bülent Tanör, Bakır Çağlar, Sahir Erman, Saim Üstündağ, ve doçentleri, asistan doktorları… O yüzden o dönemde bizim mezunlar bu şekilde bir latife yaparlardı. Üçüncü sınıfta iken bir gün bir hocamız derse girdi. "Çocuklar bugün gazetede bir haber okudum. İzmir'e hukuk fakültesi açıyorlarmış." dedi. Çok şaşırmış.  "Hoca nereden bulacaklar?" diyordu. Çünkü bizde her bir hoca kendi alanında otoriteydi ve onlar ders veriyordu. O bakımdan İstanbul Hukuk'taki eğitim öğretim çok farklıydı. 

Eğitimine dair bir örnek vereyim. Biz fakülteye girdiğimizde duvar gazetesi yayınlanıyordu. Bizim lisede de vardı eskiden.

M. Sarmış: Ortaokullarda, ilkokullarda da olurdu. Üniversitelerde de olduğunu duymamıştım hiç.

M. Akalın: Evet, vardı. Meraklı öğrenciler el yazısıyla yazarlardı. Duvar gazetesinde de bir tane karikatür vardı. Şöyle… Bir huni çizmişler, İçerisine öğrenciler doluşmuş. Huninin altından bir tane damlamış. Damlayan saçları dökülmüş, 30 numara gözlüklü ve yaşlı bir adam. Yani diyor ki "İstanbul Hukuk insanı bu hale getiriyor." Ben fakülteye gittiğim zaman 16-17 yaşındaydım. Bizim 35 yaşında filan sınıf arkadaşlarımız vardı. Çünkü o zaman okulu bitirmek için bir zaman sınırlaması yoktu. Tek bir dersten 15 sene bekleyenler bile vardı. O yüzden de bizim fakültenin diplomasının Avrupa'nın ve dünyanın her tarafında geçerli kabul edildiği övünülerek telaffuz edilirdi.

M. Sarmış: Kalitesini kabul ettirmiş yani.

M. Akalın: Evet tabi. Onun dışında bizim yanımızda Sahaflar Çarşısı vardı. Biz vaktimizi daha çok orada geçirirdik. Yine kitaplarla iç içe… Öğrenciliğimiz böyle geçti.