M. Sarmış: Artık babanıza gelebiliriz. Ekrem Parmaksız… Şıh Müslüm Parmaksız'ın Remziye Hanımdan doğan ilk çocuğu. 1904'te doğmuş.

H. Parmaksız: Daha önce de söyledim, babam daha da büyük olabilir. Askere geç gitsin diye nüfusa küçük yazdırmışlar. O zaman böyle çok yaparlarmış.

M. Sarmış: Geçmiş konuşmalarımızda anlatmıştım, burada bir daha hatırlatmak istiyorum; bu şekilde de kayda girsin istiyorum…  İlkokul dördüncü ve beşinci sınıfta Yıldız Meydanı'nda, daha sonra vakfınıza ait olduğunu öğrendiğim saatçi dükkânında eniştemin yanında çıraklık yaparken tanımıştım kendisini. 1969-70 yılları olması lazım. O da 70 yaşlarında filandı. Ustamın dostuydu.  Sık sık dükkâna gelirdi, çay içip sohbet ederlerdi. Etrafta çok görmediğim tiplerdendi. Hep o Cumhuriyet'in ilk nesli gibi giyinirdi. O yaşında bile çok bakımlıydı. Her zaman takım elbiseli, yelekli, kravatlı… Yeleğinin cebinden köstekli saati eksik olmazdı. Başından fötr şapkası, ağzında piposu, elinden asası. Başlarda sizin de dediğiniz gibi günlük tıraşlı, saçları özenle taralı, hep tiril tiril. Benden çok büyük olduğu halde, ben de eniştem gibi "abi" derdim kendisine… Akıllı uslu bir çocuk olduğum için beni severdi sanıyorum. Her geldiğinde konuşur, halimi hatırımı sorar, arada bir nasihat ederdi. Nasihatlerinden birini hiç unutmuyorum. "Sakın askere gitmeden önce sakalına jilet vurma." Daha çocuğum, sakalım bıyığım terlememiş. Ben tabii tutamadım o nasihatini. Okul,  üniversite, öğretmenlik derken askere çok geç gittim, evli çoluk çocuk sahibiydim.

H. Parmaksız: İyi hatırlıyorsunuz. Babam çok yakışıklı imiş. Urfa'da yakışıklılığı dillere destanmış. 

M. Sarmış: Ben gördüğüm zaman da çok yakışıklıydı. Siz de ona çekmişsiniz hocam.

H. Parmaksız: Teşekkür ederim. Babam çok da çapkınmış. Çok da cömertti. Mesela siz "Ekrem abi sigara tabakan ne güzelmiş." dediniz, hemen tutup onu size verirdi.

M. Sarmış: Oralara gelmeden önce, çocukluğunu merak ediyorum. Osmanlı'nın son zamanları, savaş yılları, Urfa'nın işgali, Kurtuluş Savaşı… Zengin bir ailenin çocuğu… Babası Fransa'ya gitmiş, Halep'e sürgüne gitmiş… O dönemlere dair söyleyeceğiniz bir şeyler var mı? Ayrıca okula gitmiş mi, gitmişse nereye gitmiş, ne kadar okumuş? Yani Cumhuriyet öncesi hayatı hakkında neler biliyorsunuz?
     
H. Parmaksız: Babam çocukken Hacı Abdülvahit Hocanın Tekkesine gidermiş. Ulu Cami'nin hocası Abdurrahman Hoca vardı. Abdurrahman Ertan… Uzun zaman orada görev yaptı. Bir oğlu İmam Hatip Lisesinde öğretmendi. Sonra doktora yaptı, doçent oldu, şimdi galiba Sakarya Üniversitesinde hocadır. İşte o Abdurrahman Hoca Abdülvahit Tekkesinde babamın arkadaşı. Babam Abdurrahman Hocaya çok takılırdı. Derdi ki "Hoca hoca! Sen burada imamlık ediyorsun, milletin önüne geçip namaz kıldırıyorsun, ama ben senin ne mal olduğunu bilirim.". Tabii çocukluğundan bahsediyor. O da "Ya Ekrem, yapma, kimseye bahsetme, ayıbımızı ortaya döküp moralimizi bozma" filan derdi. Birbirlerine böyle takılırlardı. Babam çok dindar değildi, ama dini çok iyi bilirdi. Hiç ummadığın sakallı, sofu, dindar, herkesin hürmet ettiği adamlar bazen babamı ziyaret ederdi. Çok da hürmet ederlerdi. Bazen "Baba, senin bu adamlarla ne işin var?" diye sorardım. "Oğlum sen boş ver, işime karışma." derdi. Sonradan öğrenirdim ki bu adamların bazı problemleri oluyor; gelip babama danışıyorlar. Ve nerden duymuşlarsa artık, "Sen bize bir muska yaz, bizim işimiz rast gitsin, rızkımız açılsın ya da kısmetimiz/kaderimiz bağlanmış, açılsın…" diyorlar. Babam aslında onlarla pek arkadaşlık yapmazdı. Hep modern insanlarla, kendinden genç insanlarla düşüp kalkardı. Ama onlar gelirdi kendisine. Mesela isim vermeyeyim, herkesin çok hürmet ettiği, sakallı, dindar biri vardı, 40-45 yaşlarında filan, bir ara babamın yanına geliyor, fıs fıs konuşuyorlar. Sonradan dedi ki "Oğlum, bu adam evlenmiş, ama gelin güveği olamıyor; benden yardım istiyor." Yani anlarsın işte, damat olamıyormuş, babamdan yardım istiyormuş.
    
M. Sarmış: Ekrem abi eski yazıyı bilirdi o zaman.
    
H. Parmaksız: Tabii. Babamın şahane bir Osmanlıcası vardı. Çok güzel yazardı. Daha sonra Latin harfleri çıkınca onu da öğrenmiş. Latince yazısı da çok güzeldi. El yazısı tabii. Herkes hayran kalırdı. Lise dengi "idadi" diploması vardı. Urfa'dan almış.
    
M. Sarmış: O diploma duruyor mu?
    
H. Parmaksız: Ben diplomayı gördüm, ama şu anda nerede, kimde bilmiyorum. Bayağı büyük bir diplomaydı. Katlanırken yıpranmış olduğu için yapıştırılmıştı. Emekli olduğu zaman suretini çıkarıp Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne göndermiştik.
    
Şunu da ekleyeyim. Bizde Atatürk'ün gönderdiği bir telgraf da vardı. Dedeme mi çekmişti, babama mı çekmişti, bilmiyorum. Bir tebrik telgrafıydı. Artık Urfa'nın kurtuluşundan dolayı mıydı, başka bir konudan dolayı mıydı, hatırlayamıyorum. Onun da akıbetini şimdi bilmiyorum.

Babam o diploma ile 17-18 yaşlarında nahiye müdürü oluyor.
    
M. Sarmış: Osmanlı dönemimi Cumhuriyet dönemi mi?
    
H. Parmaksız: Osmanlı dönemi daha.
    
M. Sarmış: Nerede?
    
H. Parmaksız: Urfa'nın ilçelerinde… Harran'da, Hilvan'da, Birecik'te… İsim hatırlamıyorum. Sonra kaymakam oluyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında…
    
M. Sarmış: Oraya geçmeden hocam… Babanızın ilk gençlik yılları Birinci Dünya Savaşı ve Urfa'nın işgal yıllarına denk geliyor.
    
H. Parmaksız: Evet. Ben bizzat babamdan duydum. Önce İngilizler, sonra Fransızlar o hastane yokuşu üzerindeki Mahmut Nedim Konağına yerleşmişler. Orayı karargâh yapmışlar. Konağın tepesine dev bir projektör kurmuşlar. O projektörle gece boyunca bütün Urfa'yı tararlarmış. O anda küçük bir kıpırtı olsa bile mitralyözle ateş ederlermiş. İnsansa insanları vurup öldürürlermiş. İnsanların geceleyin evlerinden çıkmasına müsaade etmezlermiş. Yani çok büyük zulüm yaparlarmış.
    
M. Sarmış: Kendisinin bizzat savaşa dair yaptığı bir şey var mı?
    
H. Parmaksız. Hatırlamıyorum, ama şu var: Savaşta esas rol alan babası Şıh Müslüm Parmaksız… Hem görev alıyor, hem toplantılara katılıyor, hem maddi destek veriyor. Tabii o dönem herkes elinden geleni yapıyor. Hepsine Allah rahmet eylesin.
    
M. Sarmış: Öyle olsun. Babanız Cumhuriyetin ilk yıllarında Urfa'nın birkaç ilçesinde kaymakamlık yapıyor. Sırasıyla nerelerde?
    
H. Parmaksız: Sırasını bilmiyorum, ama Harran, Birecik ve Hilvan'da yaptığını çok biliyorum. Harran'la ilgili bir hatırası var. Babam henüz çok genç. Arapçayı çok iyi bilirdi. Kürtçeyi de iyi bilirdi ama Arapça kadar değil. İlçeye gidiyor. Tabii emrinde jandarma var. Köy odası mı artık neyse Harran'ın ileri gelenlerinden birkaç kişi oturmuşlar. Babamı görünce "Bu mu yeni kaymakam? Bu daha çocuk ya! Bunun ağzı daha süt kokuyor." filan diye konuşuyorlar. Tabii babamın Arapça bildiğini bilmiyorlar. Babam da gerçekten çok genç. 18-20 yaşlarında kadar olmalı. Adamlara hiç sesini çıkarmıyor. Beraberindeki jandarmalara emrediyor: "Yakalayın bunları. Yatırın yere. Ayaklarını dikin. Çekin falakaya!" Jandarmalar hemen emrini yerine getirip adamların ayaklarına vurmaya başlıyorlar. Adamlar "Dahilek ya kaymakam! Dahilek ya kaymakam!" diye yalvarmaya başlıyorlar. Babam da gülüyor. Arapça olarak "Ya, nasıl? Çocuk muymuş kaymakam? Hani çocuktu. Niye şimdi yalvarıyorsunuz?" diyor. Sonra affediyor, dost oluyorlar. Babam diyor ki "Böylece onların şahsında kendimi millete göstermiş oldum."
    
M. Sarmış: Babanız Arapçayı nasıl öğrenmiş?
    
H. Parmaksız: Harran'da köylerimiz var, evlerimiz var. Babam da çocuk yaşlardan itibaren zaman zaman o köylere gidiyor, orada yaşıyor. Şıhhattap köyünden eve 30 kilometre, atlarla gidip gelirlermiş. Babam aynı zamanda ata çok meraklıymış. Yıldırım, Şimşek ve buna benzer isimler koyduğu atları varmış. Bunları koşuya da sokarmış.