M. Sarmış: Biraz nazik bir konuyu soracağım. Benim de çocukluğum bu mahallede geçti. Ailenizi az çok biliyorum. Yedi kardeşsiniz. Fakat siz diğerlerinden çok farklısınız. Dindar, tarikat ehli, camiye gidiyor, namaz kılıyor, ezan okuyor, mevlit okuyor, şiir yazıyorsunuz. Diğerleri öyle değil. Bu fark nasıl oluştu? Çünkü az önce dediğinize göre küçükken siz de biraz yaramazmışsınız…

A. Rızvanoğlu: Benim yaramazlığım dürüstlük üzerineydi. Mesela siz çocuksunuz, mahalleden geçiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz iki tanesi karşınıza çıkıp "Dur la bahım, cebide gülle (oyun için bilye) varsa bize ver." dedi. Ben bunu gördüğüm anda derhal müdahale eder, "Ne istisiz çocıhtan?" deyip tak tuk bir iki sille vurup seni kurtarırım. Benim işim kârım bu. Yaramazlığım böyle

M. Sarmış: O şekilde yani. Peki, bu din konusu nasıl başladı?

A. Rızvanoğlu: Söylesek mi söylemesek mi, bilmiyorum. Efendim bir manevi koku var. Ben dünyaya gelirken Gavs-ı Azam Seyyid Abdülkadir Geylanî, rüyada amcama görünmüş. O gün babam pazara gidiyor. Amcam ona diyor ki "Abi niçin geç kaldın?" Babam ona diyor ki "Hanım biraz ağır idi." Annem bana hamile, o sırada iyice ağırlaşmış. O zaman amcam babama demiş ki "Rüyamda Abdülkadir Geylanî'nin evinize geldiğini gördüm. Çocuk erkek olursa ismini Abdülkadir koy." Üzerimizde o himmet var oldu efendim. Gece karanlığında nereye gidersem gideyim, onu gönlümde götürürüm, korku nedir hiç bilmem. Hesap et ki 1950 senesinde af çıktı. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez mahkûmlara umumi af getirdi. 50'den evvel ben Suriye'ye tek başıma gidip gelebiliyordum. Düşünün o sırada 7-8 yaşlarında bir çocuğum. 1950'de de henüz 13 yaşındayım. Af çıkınca babam dedi ki "Git abine müjde ver. Evlerini toparlasınlar. Af geldi, gelip kendisini getireceğim."

M. Sarmış: Hangi abiniz? Niçin Suriye'de?

A. Rızvanoğlu: En büyük abim Şavak. Adam öldürdü, Suriye'ye firar etti. Altı buçuk sene orada kaldı. Babam git haber ver deyince tek başıma gittim. Ben de orada kaldım. Sonra babam rahmetlik ata binmiş olarak geldi. Abimi arkasına bindirdi. Dedi "Çocuklar, abinizi götürüp hapse teslim edeyim. Sonra sizi almak için yine geleceğim." Abimi teslim ediyor ki o aftan faydalansın. Onlar gitti. Biz bir hafta kadar kaldık. Babam geldi. Komşuların develeri vardı, eşyalarımızı yükleyip Türkiye'ye döndük. Ondan sonra da gidip geldik, ama Suriye ile alakamız büyük ölçüde kesildi.

M. Sarmış: Sorup sormamakta tereddüt ediyorum, ama konu tam oraya geldi. Büyük abiniz Şavak hayatta iken çok meşhurdu. Ama sizin gibi değil, başka alanlarda meşhurdu. Eğer sakıncası yoksa Şavak'tan biraz bahseder misiniz?

A. Rızvanoğlu: Hiçbir sakıncası yok. Şavak'ın ruhunda büyük insanlarla ülfet etmek arzusu vardı. Mesela valinin evine, benimle senin evine girdiği gibi girip çıkardı. Urfa'ya emniyet müdürü mü gelmiş, bir komiser mi gelmiş, bir il müdürü, üst düzey bir yönetici mi gelmiş, hepsiyle hemen diyaloga geçer, ziyaret eder, güzel bir ilişki kurardı. Onun yolu bu. Tahsilini sorsan, hiç yok, bir tek gece yine yok. O kadar atılgan, şöhreti o kadar Urfa'yı doldurmuş, taşmış, ama tahsili yok. Bir tek imza atmayı öğrenmiş bir yerden. Yedi kardeşiz. Yedi kardeşin içinde ilk Hacca giden benim. Babamı Hacca götürmeye karar verdiğim zaman Şavak abim "Ben de gelmek istiyorum." dedi. Üçümüz beraber gittik. Benim yolum onlardan biraz farklı olmuş. "Sofiyane" derler ya, benim mizacım öyle. Genç yaşta sakal bırakmak, âlimlerle hocalarla gezmek, tasavvuf ve tarikat ehli ile ülfet etmek, benimki de böyle gitti.

M. Sarmış: Sizinki tamam, ama diğerleri farklı. Bilhassa Şavak… İşte az önce siz söylediniz, adam öldürmüş, Suriye'ye firar etmiş, cezaevine girmiş. Oğlu Mehmet'i de hatırlıyorum. Bizden üç beş yaş büyüktü. O da hapse girmişti. Hatta sanıyorum kaçarken askerler tarafından öldürüldü. Şimdi sizinle röportaj yapınca, Şavak'ın da adı geçince bu konuları sormamak olmuyor.

A. Rızvanoğlu: Abim, bütün kardeşlerimin içinde yalnız benimle çok konuşurdu. Biraz sıkıntısı oldu mu "Gel biraz sohbet edelim baba!" derdi. "Geldim abi, peki." derdim. Her şeyini bana anlatırdı. O katil olmasının sebebini de çok iyi biliyorum. En baştan anlatayım.

Urfalısınız, bilirsiniz. Köprübaşı'nda, Belediye Bahçesinde eski Urfa sineması vardı. (Sonradan Türkmen Sineması, şimdi Şair Nabi Kültür Merkezi) Orada bir tiyatro mu, konser mi, artık neyse bir eğlence varmış. Abim çok genç. Öldürdüğü adamın ismi de Osman Katırcı. Çok iyi arkadaşlar. Birbirlerini çok seviyorlar. Beraber bir locada oturuyorlar.

 Kız sahneye çıkmış, soyunmaya başlamış. Üzerinde sadece iç çamaşırı kalmış. Ahmağın biri "Onu da çıkar, onu da çıkar!" diye bağırmaya başlamış. Kadın da hayasız, istenileni yapmış. Osman Katırcı o adama "Terbiyesiz! Ayıp değil mi bu yaptığın? Ona ayıp değilse bize ayıp değil mi?" falan filan diyerek kızıyor. O da buna "Sus ulan!" diyerek el kaldırıyor. Rahmetlik Hac Şavak da arkadaşına yardım ediyor. Fakat Osman o kargaşada "Dur ulan!" diyerek Şavak'a bir sille atıyor. Şavak da kızıp sandalyeyi kaldırdığı gibi kafasına indiriyor. Adamın kanı akıyor. Derken karakolluk oldular. İş mahkemeye düştü. Arayı bulmak için araya kim girerse girsin, adam şikâyetini geri almadı. Onunla Şavak'ın arasında bir hayli yaş farkı var; abim o sırada 20 yaşını doldurmamış, Osman ise 30-35 yaşlarında. Adamı daha önce görmüştüm. Abimin arkadaşıdır diye bir bayramda elini öpmüştüm, bana o gümüş paralardan 50 kuruş bayramlık vermişti. Aralarında tip farkı da var. Şavak gelecek 50-55 kilo, zayıf, ince, uzun. Öbürü 70-80 kiloluk bir adam. Abime hakaretler ediyor, ağza alınmayacak galiz küfürler savuruyor. Abim kendisine haber gönderiyor; "Osman'a söyleyin. Biz arkadaşız. Ayıptır. Ben onun hatırı için o işe karıştım. O adam Osman'a el uzatınca ben kendisine arka çıktım. Olan oldu bir kere. Unutalım." Yok, adam kabul etmiyor, sürekli tehdit ve hakaret dolu cevaplar gönderiyor. O yüzden abim hep tedirgin. Ne olur ne olmaz diye hep tedbirli, dikkatli dolaşıyor. Nihayet olay günü… Hac Şavak sabahleyin kayınbabasının evine gidiyor. Vezir Hamamı'nın arkasındaki sokakta "Derikli Mehemed"in evi derler; oraya gidiyor. Seyisi var; atlara bakıyor. Daha kuşluk zamanı. O daracık sokakta Osman karşısına çıkıyor. "Şimdi seni kim elimden alabilir?" diyor. Şavak elini cebine atıyor; ustura var, ama çıkarmıyor. Yine diyor ki "Osman! Biz arkadaştık. Ben senin için belaya girdim. Sen bana tokat vurup onurumu kırdın. Ben de karşılık verdim. Gel unutalım, yine arkadaş olalım." Fakat adam inatçı. "Ben seni nereye gömeceğimi biliyorum." diyerek yine hakaret ve küfürle karşılık veriyor.

 Şavak duvara yaslanmış, yine "Gelme üstüme Osman, seni vururum." diyor. Osman iri yarı, kendine güveniyor. Üzerine üzerine geliyor. Abim "Vallahi sevdiğimden dolayı elim kalkmıyordu." diyor. "Ama Osman elini uzatınca bıçağı çekmek zorunda kaldım. Yoksa beni ezecek. Bıçağı salladım. Kendini geri çekmek yerine gerdanını bana doğru verdi. O yüzden şahdamarı kesildi. Kanlar içinde yere düştü. Kimse de görmedi. Ben de hemen atıma binip ara sokaklardan mahalleye döndüm." Oradan da Suriye'ye firar etti. Altı buçuk yıl orada kaldı. Tabii olay mahkemeye intikal etti. O sokakta oturan bir kadın ortaya çıktı. Olayı görmüş, aralarındaki konuşmaları duymuş. "Vallahi! Öldürülen adam "Ya Şavak, bu sefer elimden nereye kaçacaksın?" dediğine şahitlik etti. Ama Şavak'ın adı çıktı.

 Zavallı seyisin haberi olmadığı halde, onu da işin içine kattılar. "Bunlar iki kişiymiş efendim" filan. Her birine dokuz sene hüküm verdiler. 1950 affında üçte ikisi gitti. Bunun üzerine babam abimi Suriye'den getirdi, teslim etti.  İki, iki buçuk sene kadar hapis yatıp çıktı. Şavak'ın adam öldürme meselesi böyle…