Mahmut Apaydın'ı Yusuf Paşa Camii'nin önündeki dükkânından hatırlıyorum. Hiç tanışmamıştık.
Abisi Ahmet Apaydın'la 28 Ekim 2021'de röportaj yapmıştım. İkinci röportajımdı. O zaman siyasi konuları çok kısa geçmiştik.
O röportaj yayınlanınca birçok kişi kardeşi Mahmut Apaydın'la da röportaj yapmamı istemişti. Sonraki aylarda da özel mesaj gönderip rica edenler oldu. Bu arada ben, o ilk zamanlardaki siyasi konulardan uzak durma düşüncemi terk etmiştim. Nihayetinde siyaset de günümüzün bir gerçeği ve tarihin bir parçası idi.
Bunun üzerine harekete geçtim. Ahmet abinin aracılığına müracaat ettim. "Sen de bulun, özellikle siyasi konularda birbirinizi tamamlarsınız." dedim. Sağ olsun büyük bir memnuniyetle kabul etti.
Mahmut abinin oğlu Medeni Apaydın'ın İpekyol Bulvarı Piazza AVM karşısındaki "Med Max Oto Güzellik Merkezi"nde buluşmaya karar verdik. İlk olarak 24 Oca 2024 tarihinde bir araya geldik. Ancak o gün Urfa'nın ünlü simalarından Şeyh Muzaffer Aydın vefat etmişti. Onların da akrabası ve arkadaşı idi. Hep beraber onun cenaze namazına katıldık.
1 Mart 2024 Cuma günü namazdan sonra aynı yerde buluştuk. İki ihtiyar delikanlı. İki atom karınca… Maşallah her ikisi de ileri yaşlarda olmalarına rağmen oldukça dinçler. Hafızaları da çok kuvvetli.  O dönem Urfa'sını ve olayları çok ayrıntılı bir şekilde anlattılar. Dini ve siyasi çizgileri de hiç değişmemiş. Klasik Milli Görüş çizgisi. Özellikle Mahmut abinin görüşleri ve konuşmaları çok keskin, hatta sivri. İtiraf edeyim yazarken sorun olmasın diye bazı kısımlarını yumuşatmak zorunda kaldım. Mahmut abi daha başlangıçta fotoğraf çekme sırasında kendini belli etti. Hemen Milli Gazete'yi sehpanın üzerine koydu ve başparmağı ile Necmettin Erbakan'ın başlattığı Milli Görüş işaretini yaparak poz verdi.
Aralarına oturdum. Bir Mahmut abi, bir Ahmet abi derken sohbet akıp gitti. Bir baktık akşam olmuş, ama konuşacaklarımız bitmemiş. 9 Mart Cumartesi günü ikinci defa buluştuk. Bu sefer de Urfa Milli Görüş hareketini konuştuk. Ayrılmadan önce Mahmut abi Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın "Davam" adlı kitabını imzalayıp hediye etti.
Röportajın yazıya dökülmesi de çok uzun sürdü. Araya Ramazan girdi, Bayram girdi, benim bazı özel işlerim girdi. O yüzden yayınlanacak hale gelmesi bir hayli gecikti. Bazı sorular sormak üzere 9 Mayıs Perşembe günü Ahmet abiyi tekrar aradım. Evine davet etti. Akşam gittim. Tekrar konuştuk.
Nihayet bitti. Ortaya şimdiye kadarki en uzun röportaj çıktı.
Başlığa Mahmut Apaydın'ın adını yazdım, ama Ahmet abi de en az onun kadar katkıda bulundu.
***
M. Sarmış: Ailenizi daha önce kendisiyle yaptığımız röportajda abiniz Ahmet Apaydın anlatmıştı; ama bir de sizin ağzınızdan dinleyelim. Ahmet abi, eklemek istediğiniz bir husus olursa veya hatırlatmak gereken bir durum olduğunda siz de söze girebilirsiniz.
Mahmut Apaydın: Bismillahirrahmanirrahim. Bizim aslımız Siirtli. Çok seneler önce Siirt'te büyük bir kıtlık oluyor. O sırada Siirt'in yarısından fazlası boşalıyor. Dedem de çoluk çocuğu toplayarak Urfa'ya getiriyor. Adı Musa.
M. Sarmış: Zamanını biliyor musunuz?
Mahmut Apaydın: Bilmiyorum. Ama babam o sırada çocuk.
Ahmet Apaydın: Babam eski takvimle 1327 doğumlu. Fakat gerçek yaşı daha eski olabilir. 
M. Sarmış: 1327, Miladi 1911-12 yıllarına denk geliyor.
Mahmut Apaydın: Evet, dedem o zamanlar Siirt'te muhasebe memuru imiş. Her ay trenle gönderilen memur maaşlarını almak için atıyla Kurtalan'a gidermiş. Bir iki kere eşkıyaların saldırısına da uğramış. Urfa'ya Siirt'ten iki tane memur gelmişti. Biri Defterdar Salih Yardım Bey, diğeri de muhasebe müdürü Abdullah Sevinç. İkisi de dedemi tanıyordu. Bir gün muhasebe müdürüne "Amca, dedem Siirt'te ne iş yapıyordu?" diye sordum. Dedi ki "Benim şu andaki mesleğimi yapıyordu." Yine "Peki Siirt'i niçin terk etmiş?" diye sordum. Dedi ki "O dönem Siirt'i çok insan terk etmiş. Kıtlıktan ve susuzluktan dolayı. Çünkü Siirt'in yer altı suyu acıymış, deniz suyu gibiymiş." Evlerde kuyu var; ama içilmiyor. Ancak temizlikte filan kullanabiliyorlar. Siirt'in dışında pınarlar var; o pınarlardan sakalar su taşıyorlar. Her merkebin üzerinde dört tane teneke. Pınardan doldurduktan sonra getirip parayla evlere satıyorlar. Tenekesi 15 kuruş. Bu dediğim 1950-52 sıraları. Ben daha çocuğum.
M. Sarmış: Demek ki Siirt'teki su sorunu devam etmiş. Peki, diğer akrabaları başka şehirlere giderken dedeniz niçin Urfa'ya gelmiş?
Mahmut Apaydın: Onu da Abdullah amcaya sordum. Dedi ki "Deden Urfa'ya ilk geldiği zaman bakmış, burada kimler var? Samsat Kapı Mezarlığına gitmiş. Orada kubbeli bir mezar görmüş; "Seyyid Ahmet el-Hemedanî"nin türbesi… Onun babasının adı da Seyyid Yusuf el-Hemedanî… Dedemgilin kökü de esas Hemedan'dan gelme. Dedem de o yüzden burada kalmaya karar vermiş. Bu arada Ahmed el-Hemednî'nin unvanı Bediüzzaman… Onun türbesi olduğu için oraya Bediüzzaman Mezarlığı denir. 
Mahmut Apaydın: Bediüzzaman denilince milletin aklına hemen Said-i Nursî geliyor. Oysa Urfa'da iki Bediüzzaman var; biri Ahmed el-Hemadanî, diğeri Said-i Nursî…
M. Sarmış: Dedeniz eşiyle, çocuklarıyla Urfa'ya yerleşiyor.
    Mahmut Apaydın: Evet. Dedem sekiz çocuğuyla geliyor; hiç kızı yok. Bu çocukların beşi Urfa'da gıdasızlıktan ölüyor.
Ahmet Apaydın: Birisi delikanlı iken hastalıktan ölmüş. Adı Muhittin. Urfa'da Muhyeddin derlerdi. Onun kabri Harrankapı'dadır. Dedemin kabri Hekimdede haziresindedir. Abdullah amcam da 1951'de öldü. 52 yaşında idi. Onun da mezarı Dergah'tadır. Yeni Mevlid-i Halil Camii yapılınca arka tarafına nakledildi. Abdülkerim amcam da 1971'de vefat etti. Onun mezarı da Bediüzzaman'da.
Mahmut Apaydın: Dedemin geriye üç çocuğu kalmış; Abdullah, Abdülkerim ve Abdurrahman. Abdurrahman benim babam, en küçükleri.
M. Sarmış: Babaannenizin adı nedir?
Mahmut Apaydın: Meryem. Bir yeğenimin adı da Meryem'dir. Annemin annesinin adı da Behiye. Benim kızımın adı da Behiye.
M. Sarmış: O zaman anne tarafından dedenize gelelim. Adı Bilal'di galiba. O da Siirtli miydi?
Mahmut Apaydın: Evet. O da Ergani'ye yerleşmiş. Kireç üretip satıyordu. Çok büyük bir âlimdi. 10-15 kişinin zapt edemediği delileri kendisine getirirlerdi. Elinde yarım metrelik bir çubuk vardı. Onunla delinin omuzuna birkaç tane vururdu; deli üç beş dakika içinde akıllı olurdu.
M. Sarmış: Siz gördünüz mü kendisini?
Mahmut Apaydın: Çok gördüm. Ergani'ye çok gittim. Bir gece ikimiz aynı yatakta yattık. Daha çocuktum. Sabahleyin kalktım vücudumun tamamını sivrisinek perişan etmiş, dedemde hiçbir şey yok. Sebebini sordum. Dedi "Sen şekercisin, kanın tatlı diye sana gelmişler."
Dedemin bir özelliği daha vardı; yastığının altında sürekli para olurdu. Kim gelip para istese tutup verirdi. Bu para nereden gelirdi, nasıl gelirdi, bilmiyorum. Yastığının altından para hiç eksilmezdi. 
M. Sarmış: Ahmet abi yaptığımız röportajda onun Said-i Nursî'nin asker arkadaşı olduğunu söylemişti.
Mahmut Apaydın: Hem asker arkadaşı, hem hücre arkadaşı, hem cezaevi arkadaşı. Osmanlı zamanında Ruslara karşı birlikte savaşmışlar, esir düşmüşler. Sonra firar etmişler. Rus hududunun oralarda dağlık bir yerde iken atlı askerleri görüyorlar. Bir serince (sarnıç) sığınıyorlar. Askerler gelip kimseyi göremeyince gidiyorlar. Ayak seslerinin uzaklaşmasından sonra bunlar çıkıyorlar.
M. Sarmış: Bunları nereden biliyorsunuz?
Mahmut Apaydın: Dedem anlattı. Ben dedeme "Üstad Hazretlerinin na'şını çıkarıp nereye koydular?" diye sordum. Dedi ki "Onu üç kişi biliyor; onlardan biri de benim. Şu anda nerede olduğunu biliyorum." Dedim "Bana da söyle." Dedi "Sır söylenmez." Dedim "Kimseye söylemem." Dedi "Sırrını deme dostuna; dostunun dostu vardır; o da söyler dostuna." Söylemedi.
M. Sarmış: Diğer iki kişi kim?
Mahmut Apaydın: Onu da söylemedi.
Ahmet Apaydın: Bu, aynı zamanda Said-i Nursî'nin kerametidir de… Nasıl kerameti? Urfa halkı büyük saydığı, âlim saydığı adamın gider mezar taşını öper, toprağını alır "teberik" diye evine götürür. Bu gibi şeyler olmasın diye, kendi mezarını kaybettirmiştir. Ben öyle algılıyorum.