Uzun bir yolun içinden geçiyoruz toplum olarak. Toplum olarak bir savrulma hali mevcut sanki parça parça bütünümüzde, hepimizde. Kırık, parçalı, yaralı hayatlar arasında var olmak zorundayız aslında. Var olmak, diri kalmak, ayağa kalkmaya mecburuz ve bu mecburiyette olduğumuzu kendimiz idrak etmeliyiz evvela.

Çünkü sağımızı, solumuzu, önümüzü, arkamızı tıkamayı bekleyen bir güruh var ve her daim soğuk nefeslerini hissediyoruz hepimiz/her birimiz ensemizde. Düşmeye, düşürülmeye, yanılmaya, yanıltılmaya son derece de müsaidiz aynı zamanda. Bir sözle, bir hareketle, bir bakışla yıkmaya, yerle bir etmeye hazırız çünkü her şeyi. Yıktığımız zaman bizatihi yıkıldığımızı da anlamayacak kadar saf ve bihaberiz.

İslam toplumları neden bu halde diyerek ahkam kesmeye de pek meraklıyızdır mesela. Ama daha kendi içimizde, kendi ailemizde, kendi apartmanımızda, dairemizde, sitemizde beş on kardeşimizle bir arada yaşama kültürünü içselleştirememişiz ama yine de tutup tüm İslam aleminin parçalanmışlığından gem vurabiliyoruz.

Camilerin müdavimi olan beş on cemaat, daha cami imamını, diğer cemaati anlamak, hoş görmekten alabildiğine uzakken kime, neyi anlatacağız. Kime, nasıl örnek olacak, kimin, nasıl elinden tutma azmini gösterebileceğiz, bilmiyorum.

Bildiğimiz bir şey var ki, Müslümanlar olarak, İslam toplumu olarak uzun bir yolun içinden geçiyoruz vesselam. Bu geçiş sancılı oluyor, duyuyoruz tüm damarlarımızda. Ama duymak yetmiyor işte.

Birbirimize dokunmak zorundayız artık. Kardeşimizin yüreğine dokunmak zorunda, onu anlamak, onu dinlemek, onu hoş görmek zorundayız. Başka çıkar yolumuz yok. Başka çıkar yol bilmeyiz/bilemeyiz/bilmemeliyiz…

Kalbimizin ta derinliğinden 'Kardeşim!' demeliyiz kardeşimize. Bizim gibi olmasa da, bizim gibi düşünmese de, bizim baktığımız pencereden bakmasa da, bizim gittiğimiz yoldan gitmese de. Bilmeliyiz ki varacağımız menzil aynı, deniz aynı, güneş aynı, gökyüzü aynı. Yine yan yana, omuz omuza secdeye varacağız, yine aynı kitabı okuyup, aynı Peygambere aşk duyup, aynı dine iman edeceğiz. O halde nedir bu yabancılaşma, nedendir bu birbirimizi ötekileştirme, yok sayma.

İşte buradan başlamalıyız düşünmeye. Uzun yola girerken bunlara kafa yormalı, toplum olarak attığımız adımın farkında olmalıyız. Her şey geçiyor bunu her daim zihnimizde dipdiri tutmalıyız. Bütün partiler, siyasetçiler, bakanlar, başbakanlar, makamlar, mekanlar… Bize yakışan asil davranmak, mütevazı olmak, halden anlamak, kalp gözüyle bakabilmek olmalıdır…

Basit oyunlar ve oyalamalar için birbirimizi kırmaya, dökmeye, yaralamaya lüzum yok. Çünkü kırdığımız andan itibaren derin bir kırılma yaşarız/yaşıyoruz. Derin bir pişmanlık izhar oluyor ruhumuzda, bunu daha iyi anlıyoruz.

Şairin 'Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!/Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!' şiarını kendimize bir yol, bir hayat bilmeli, bilerek, isteyerek bunu seçmeliyiz her daim. Bitmeyen, tükenmeyen sonsuz bir gelecek tasavvurunu kendimize, çocuklarımıza en derinden aşılayabilirsek kazançlı sayabiliriz kendimizi. Yoksa alabildiğine sığ, basit bir hayat çıkar ki karşımıza, o an çemberde boğulup kalırız hafazanallah.

Gelin bir daha, yüksek sesle Necip Fazıl'ın diliyle seslenelim gökyüzüne:

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!