Şiir yazacak idim, uzun boylu.

Anlatacaktım, gül tomurcuğunun sabaha karşı nasıl açtığını, çiğ danesinin açılan yaprakla nasıl düştüğünü.

Gecenin yerini aydınlığa bırakmadan önce şafakla biten loşluğun an be an değişimini yazacaktım.

Bir çocuğun annesi niyetine gözyaşıyla ıslattığı yastığına sımsıkı sarılıp kendinden geçip uyuyunca parmakların yastıkta gevşeme nedir bilmediğine değinecektim.

Bir savaşın can alıcı sahnesinde yayını gerip okunu fırlatmadan hedefteki düşmanın çocuğunun olup olmadığını düşünen askerin vicdanî söylemine atıfta bulunacaktım.

Pazarda sebzeyi beğenmeyen müşterinin pazarlık edişinin arka planında satıcının eve ekmek götürmek uğruna boyun eğişinin verdiği çaresizliğin alnının derin çizgilerinde yer edinmiş hüznüne vurgu yapacaktım.

Zorla arabaya koşturulan atın, taylık günlerinin düşünü yansıtacaktım, ressamın tuvaline aktarışı misali.

Son nefesini vermek üzere olan annenin beklediği evladının sesine hasretini dillendirecektim, kendimce.

Delikanlılık devrinde sevgilinin güzel bakışına devranı kurban etmeye hazır tavrın artık olmadığını söyleyecektim, aynaya bakmadan, dışarı çıkmadan önce.

İhtiyar adamın bastonuna dayanarak yürürken, çocukluğunun geçtiği sokakta kendisini tanımayanların acınacak bakışları arasında doğduğu evi arama telaşına yer verecektim.
Pikaptan yükselen sesi pûr-dikkat dinleyen teyzenin, kendisine hediye edilen gelinliğini giyip, at üzerinde Malabadî Köprüsü'nden geçişini resmedecektim, kendimce.

Teyzenin dinlediği plaktaki sözlerin, atın her adım atmasıyla özdeşleştiğini hatırlamasının kendisine verdiği mutluluk yanında dünya değiştiren hayat arkadaşının atın yanındaki yürüyüşü, çok farklı anların canlanmasına sebep olurdu, şiiri yazsaydım.

Çok şeyler yazardım, hayatta şair olsa idim.

Belki şiirler okunmazdı, anlaşılmazdı.

Belki şiirlere bakıp, istihza dolu sözlere sessiz kalır, müstehzi bakışlara muhatap olurdu, benliğim.

Sevgilinin parmağına battığı için dikeni, yere atılmayan gülü anlatırdım, şair olsaydım.

Şair olsaydım, akşam yemeğine malzeme bulamayan annenin çocukları için sessizce ağlamasını dile getirirdim, her kapı tıkırtısında komşudan gelebilecek sımsıcak bir kap çorbanın gelebilme ihtimalini düşünürdüm.

Şair olsaydım, kalın camlı gözlüğün ardından sokağa bakar, gelip geçenlerin dünyalarını hayal ederdim.

İyi ki şair değilim, gönlüm.
Bizim tutulduğumuz şehir aşkı buna engeldir, her zaman...

Ne sevgilinin tasta sunduğu yayık ayranı kaldı ne de çadırın gölgesinde dinlenen çobanın kavalının sesinden eser var, şimdi.

Ne sevenin işten gelirken ara sokağa saklı bakışla aradığı bekleyeni var ne bekleteni söz konusu.
Bizim şehre dair ıstırabımız belli, aslında.

Mecnûn'u, Kerem'i, Ferhad'ı, Mem'i bilmeyene Leyla mı anlatılır, As?ı mı, Şirin mi, Zinn mi?

Yarin zülfüne, saçının tek teline kurban bilirdim, gençliğimi. Şimdi ne öyle yar kaldı, ne seven.

Çaresizlik, bağlar kollarımı ve yansır her kelimene, her kelimem yürekten sızan kan damlasıdır, kalemime...

Çektiğim acıları anlatamam, kimseye, kimselere. Anlayacak kaldı mı, kimseler etrafımda?

Otur, derbeder ruhum, gözyaşının yanaktan süzülüşünü hisset, kendi içinde.

Bu gün yine acılar kolkola girmiş, halaya durur.

Kederim başta, elinde mendil.

Niçin artar, beni gamla hemhal kılan dertlerim?

' Ben aslında şair olacaktım, şehirle ne işim vardı? ' diyemedim, kanayan yüreğin sızısından; utanırım, okudukça kimi şiirleri.

Ne seven belli ne sevilen. Bu kahreder, çeşmini kurumuş, benliğin.

Kim anlar artık, çeşmden kim anlar, sızıdan. Gelenler ahdan yanıp tutuşurken esamesi geçmez, şairin ve dahi şairlerin.

Ömür gelip geçti.

Göz görmez, kulak işitmez oldu.

Eskisi gibi değil, adımlarımız.

Okuduklarımıza aşina olmayan nesle anlatacak neyimiz kaldı?

Şair olma hissiyatımızın verimli zemini incir ağacına kurban seçileli, dil lisan olmaktan çıktı, tanınmaz hale geldi.

Ben şair olmaktan bu sebeple korktum, anlaşılmamak, ölümüdür dünyada yaşarken, insanın.

Bu hal içinde, ahvalin derbeder ve dahi perişanlığı, kalemi ürkütüp durmaktadır, gül vermeye duran fidanın orta yerinden kırılması misali.

Anlaşılmak, hüznü azaltır, kuruyan ağacın yeniden yeşermesi misaliydi, tesellî veren sözler.

Bu sözleri söylecek kimse, anlayacak idrak mı kalmadı?

Derdle hemhal dostlar aradım, günün akşamında. Yalnızlığın kollarında başkasını bulamadım.
Çok süslü kitap kapaklarını, dünyanın aldatıcı sözleriyle müzeyyen saray kapıları bildim, şiirimle bu kapıları açmayı düşünmedim.

Nihayetinde içimi yazıya dökerken, ' Anlayacak kimsem kalmış mı?' Diye son çabamla doğrulmak istedim, kuvvetimi harcayarak, bad-ı sabadan gayrı kapımızı çalacak eller hayal ettim, kendi dünyamda.

Nihayetinde sözden ibaret sabır tespihinde dizili kelimelere sığındı, benliğim.

Ruhum, her eşlik edince nefesime şiire hasret kaldım, şehre olan hasret misali, sevilene gittikçe artan vuslat gibi...

Yaşlandık, ihtiyar düştük, ömür endazesi bozuldu, şirazesi düştü cildin.

Her baharı görme, başka bahara ulaşamama korkusunu büyütür, gözümüzde.

Hangi güz, kalan yaprakları kuruyacak, rüzgara karışacak beden ağacının?

Dikili bir taşımız olacak mı, gönül bahçelerinde?

İnsan ürküyor, saklamaya gerek kalmadı, sermayesi ömrün azaldıkça.

Yaşanan devran, olmaması gereken her kötülüğe adeta ayna.

Aynadaki siluetimiz, kötülüklere bulaşıyor, ne denli uzak olmak istesek dahi.

Korkuyor, ruhum ve el etek çekmek lazım, bu demde, bizi ürküten ne varsa, olmaması gereken düşman bilmektedir, varlığımızı.

Şair olsaydım, sözlerim şiir ağacının dallarında meyve verir miydi? Bu meyvelerin kuruyacağına eminim, alıcısı olmayacaktı.

Müşkül-pesend değildim, bize ne oldu?

Ey Şehrin uluları söyleyin, bize!..

Ey Şehrin aksakallıları neden suskunsunuz?

Ey Şiire ömür adayanlar, hakikat nerede?

...
Bağışlayın, yazamıyorum artık, eskisi gibi düşünemiyorum.

Bağışlayınız Sevgili Okur!..

Bağışlayınız!..