BEŞİNCİ BÖLÜM

M. Sarmış: Eyvallah! Bu arada ne zaman oluyor bu satışlar?

C. Hündür: 1930’ların ortalarından 40’lı yılların başlarına kadar. O dönemde sadece Müslümanlara ait vakıflar ve vakıflara ait cami ve medrese gibi yerler değil, aynı şekilde gayrimüslimlere ait vakıflar ve kiliseler de satılmıştır.

Şimdi benim bir isteğim var. Ben daima vakıfların korunmasından yanayım. Sadece Müslümanların değil aynı şekilde gayrimüslim vakıflarının da… Dinimizin emri de budur. Bakınız mesela Balkan ülkelerinde, komünizm rejimi sırasında bile vakıflara karışılmamıştır. Bizde yapılmıştır. Bu, dinen de, vicdanen de büyük bir yanlıştır. Bu yüzden cami, tekke, medrese vb birçok vakıf eseri, vakıf sahiplerinin arzularına aykırı olarak nitelik değiştirmiş, kuruluş amaçları dışında kullanılmış, bu arada birçokları da kaybolup gitmiştir.

M. Sarmış: Sırası gelmişken sorayım hocam. Urfa’da ne kadar vakıf, vakıf eseri ve arazisi var?

C. Hündür: Çok fazla. Vakıf da çok, vakıf eseri de çok, vakıf arazisi de çok. Ancak şunu da belirtmek isterim: Bazı vakıflar, farklı isimler altında mükerrer yazılmıştır. Bu yüzden ayrı vakıflar olduğunu zannedenler oluyor. Mesela kaynaklarda Gümrük Hanı için Rızvan Paşa Vakfı, Ahmet Rızvan Paşa Vakfı, Rızaiye Vakfı gibi isimler geçmektedir. Bir ara Vakıflar Genel Müdürlüğünden gelen müfettişler, Gümrük Hanı’nın arsasının Ahmet Rızvan Paşa Vakfına değil “Rızaiye Vakfı”na ait olduğunu söylemişler. Ben inceleyince Rızaiye Vakfının da Ahmet Paşa’nın eşinin adına kayıtlı olduğunu gördüm. Aynı şekilde eski “Alım-Satım” dediğimiz yer de öyledir. Aynı aileden Emine Hatun’un adına kayıtlıdır. O da Ahmet Rızvan Paşa’nın teyzesinin kızıdır. Zaman içinde vakfiyeler yeniden düzenlenirken bazen tarihi, bazen ismi değiştirilmiş, bazen de isimleri karıştırılmış.

M. Sarmış: Aynı ailenin üyelerinin farklı isimlerle kurduğu ayrı ayrı vakıflar da olamaz mı?

C. Hündür: Çok doğru. Öyle de olabilir. Fakat benim dediğim gibi bazen karışıklıklar da olabiliyor. Bazen çok büyük hatalar da yapılabiliyor. Böyle şeyler Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de olmuş.

Bir örnek vereyim. Rızvaniye Camii ve medresesi, adından da anlaşılacağı üzere Rızvaniye Vakfına aittir. Ancak ben Vakfiye’nin içerisinde Halilürrahman Gölü’nü görmedim. Oysa 1970’lerdeki kadastro çalışmaları sırasında vakfın mülkiyetine dâhil edilmiş. Şu anda da mülkiyeti vakıftadır.

Başka bir örnek daha vereyim. Halilürrahman Medresesi Nakşibendi Tarikatının İstanbul kolunun temsilcisi olan Şeyh Hacı Hafız Mustafa Efendi’nindir. Aynı medresede daha sonra Buluntu Hoca da görev yapmış. Hem hocadır, hem de adı geçen Mustafa Efendinin postnişinidir. Daha sonra kendi medresesini satın aldığını görüyoruz.

M. Sarmış: Herhalde satışa çıkınca o da satın alıyor.

C. Hündür: Satışa çıkarılanlar medreseler var ama doğrusu ben bir kısım medreselerin satışa çıkarıldığını görmedim. Kanun gereği satışa çıkarılanlar devrin gazetelerinde de ilan ediliyor. Bende ilan edilen gazeteler de var. Ancak bu medresenin, yani Halilürrahman Medresesi’nin satışa çıkarıldığına dair bir gazete ilanına rastlamadım. Buluntu Hoca’nın, medresenin bitişiğindeki aynı adlı camiyi de satın aldığına dair bir iddia var. Yani Döşeme Camii’ni… Almak istediğine dair dilekçesi var. Ancak sonradan avukatı aracılığı ile ondan vazgeçiyor. Bende tarihleri de var. Buluntu Hoca’nın Tugay’ın içinde Cavsak Deresi’nin geçtiği kısımda da arazisi olduğunu biliyoruz. Sonradan istimlak edilmiş.

M. Sarmış: Medresenin mülkiyetinin hâlâ Buluntu Hoca’nın varislerinde olduğunu duymuştum.

C. Hündür: Evet, tabii. Buluntu Hocanın erkek evladı yok. İki kızı olmuş. Mülkiyet kızlarından olan torunlarında. İmam Hatip Lisesinde bizim edebiyat hocalığımızı yapan, sonra uzun süre Milli Eğitim Müdürlüğü de yapan Nejat Ergüven o torunlardan biridir. Diğer pek çok medrese daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmiştir ama Halilürrahman Medresesi şahıs mülkiyetinde kalmaya devam ediyor. Tabii bu arada şunu da belirtelim; Buluntu Hoca, büyük bir âlim, büyük bir mutasavvıftır. Saygı duyduğumuz insanlardan birisidir. Allah rahmet eylesin.

M. Sarmış: Urfa kadim bir şehir. Geçmişi çok eskilere gidiyor. Uzunca bir dönem paganların kontrolünde kalmış. Sonra Yahudilik ve Hıristiyanlık dönemleri geliyor. Birçok etnik ve dini grup yaşamış. Yahudi, Ermeni, Süryani, Keldani vb… Sonra çoğu o malum 1915 öncesi ve sonrası olayları ile Urfa’yı terk etmek zorunda kalıyorlar. 1947 yılında bir Yahudi ailesinin topluca katledilmesi üzerine de Yahudiler şehri terk ediyor. Bugün hâlâ onların adları ile anılan mahalleler var. İşte Yahudi Mahallesi, Süryani Mahallesi, Ermeni Mahallesi gibi… O insanların evleri, işyerleri, kiliseleri ve sizin az önce belirttiğiniz üzere vakıfları var. Daha doğrusu vardı. Ne oldu onlara? Bugün ne durumda? Şöyle kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz?

C. Hündür: Tabii. Bu durum tarihen sabit bir gerçektir. Benim onlarla ilgili de çalışmalarım var. Mesela Yahudilere ait taşınmazların hepsini tapu kayıtlarına göre tespit ettim. Bugün Kendirci Mahallesi denilen yer Yahudi Mahallesi diye bilinir. Ancak o kadarla sınırlı değil. Daha aşağıya doğru da Yahudi evleri vardır. Dabakhane mıntıkasında da vardır. Elli Sekiz Meydanı’nın doğusuna doğru bir sokak da eski Yahudilere aittir. Ben hepsinin evlerini, hanlarını, hamamlarını, havralarını tespit ettim. Onlara ait araziler de var. Mesela Saloman Davut Dayan’ın oğlu Selim Dayan’ın Sırrın’da çok arazisi var. Parayla satmış. Öncelikle şunu belirtmek isterim: Yahudilerin durumu diğer azınlıklardan farklı. Diğerlerini ayrıca konuşuruz. Hiçbir Yahudi’nin malı mülkü müsadere edilmemiş, elinden zorla alınmamıştır. Hepsi gitmeden önce farklı farklı zamanlarda mallarını mülklerini istedikleri kimselere satmıştır. Sadece evlerini, arazilerini değil, havralarını bile satmışlar. Kanun da onlara yardımcı olmuş. Müslümanların bazıları babasından kalan malı mülkü yirmi yılda kendi adına intikal ettiremezken onlar bir celse de işlerini halletmişler.

M. Sarmış: Peki, sırası gelmişken sizin fikrinizi de sorayım. O 1947’deki olayla ilgili farklı görüşler var. Kimler yapmış, niçin yapmış diye? Siz ne düşünüyorsunuz?

C. Hündür: O olay hukuka intikal ettiği için biz ne konuşsak fuzulidir. Biz onu hukuka bırakalım.

M. Sarmış: Tarihe mal olmuş bir olay. Sizin bir kanaatiniz yok mu?

C. Hündür: Var. Bana göre bizim vatandaşların yaptığına dair düşünce iftiradır. Yani vatandaşlarımız yapmamıştır. Yahudilerin farklı mezhepleri arasındaki çekişmenin sonucu gerçekleşmiştir. Buradaki Yahudilerin çoğunluğu, zengin ve güçlü olanlar Urfa Yahudisi değildir, İran tabiiyetine bağlıdır. Yüzlerce yıl İran vatandaşı olarak Urfa’da yaşamışlardır.

Burada çok yanlış bilinen çok önemli bir hususu da belirtmek isterim: Urfa’nın en meşhur hanlarından birinin esas adı unutulmuş olup bugün “Yahudi Hanı” veya “Barutçu Hanı” diye anılır olmuştur. Hatta bazı yerlerde “Delilan Hanı” olarak geçiyor. O hanın ilk ve esas adı “Halil Beg Hanı”dır. Halil Bey, Birecikli meşhur şair ve mutasavvıf, aynı zamanda Kadiri şeyhi olan Sakıb Efendi’nin oğludur. Halil Bey o hanı 1800’lerin sonlarına doğru kendi öz parası ile yaptırmıştır; adı da o yüzden “Halil Beg Hanı”dır. O daha sonra bir Yahudi’ye satmıştır. Cumhuriyetten önce, daha Osmanlı zamanında… Sattığı kişi Saloman Davut Dayan adlı bir İran vatandaşıdır. Onun vefatından sonra hanın mülkiyeti oğlu Selim Dayan’a geçmiştir. Selim Dayan, üst katını ev olarak olarak, alttaki birkaç odasını da ticari ofis olarak kullanmıştır. O tarihten itibaren han “Yahudi Hanı” olarak anılmaya başlanmıştır. Bu arada kendisi de İran vatandaşı olan Selim Dayan’ın Cumhuriyet döneminde Türk vatandaşlığına geçtiğini de belirtmiş olalım. İşbu Selim Dayan da hanı 1957 yılında mahkeme kararı ile Reşi Aşiretine bağlı "Barutçu" ailesinden Mustafa oğlu Halil Barutçu’ya satıyor. “Barutçu” adı da buradan geliyor. Yoksa hanın Kurtuluş Savaşında barut deposu olarak kullanıldığı veya orada barut satıldığı, adının bu yüzden “Barutçu” olduğu diye bir şey söz konusu değil. Keşke o güzel han, sonradan yayılan bu adların yerine, kaynaklarda geçen esas adı ile yani “Halil Bey Hanı” olarak tanınsa…

M. Sarmış: Hanın mülkiyeti şimdi kime ait?

C. Hündür: Yakın zamanda Büyükşehir Belediyesi Barutçu ailesinden satın alıp restore etti.

M. Sarmış: Bu bilgiler çok önemli hocam. Bu arada bir şey sorayım o tarihte Selim Dayan Urfa’da mı? Hani o olay üzerine Urfa’daki bütün Yahudilerin İsrail’e gittiği söyleniyor ya! Hatta o İsrailli ajanların Yahudileri İsrail’e göç etmeye zorlamak için o katliamı yaptıkları bile iddia ediliyor.

C. Hündür: Yoo. Yahudileri İsrail’e gitmeye teşvik etmek, hatta zorlamak için kurulan ırkçı Siyonist bir dernek var. Nitekim Urfa’dan ayrılanların bir kısmı da İsrail’e gidiyor. Fakat hepsi değil. Bir kısmı da Türkiye’de kalıyor. Bir grup İstanbul’a göçüyor. Başka bir grup İskenderun’a gitmiş. Arjantin’e bile gidenler var.

Bir hususun altını tekrar ve özellikle çizmek istiyorum. Kimse Yahudilerin malını mülkünü müsadere etmemiş, ellerinden zorla almamıştır. Öyle olsa, o evlerin Urfa’nın güçlü, egemen aileleri tarafından alınmış olması gerekir. Oysa gerçek öyle değil. Ben o aileleri tanıyorum; hiçbiri almamış. Alanların hepsi onların yakın veya uzak komşuları olan fakir fukara kimseler. Zaten Yahudiler, tıpkı diğer gayrimüslimler gibi çok eski zamanlardan beri istedikleri gibi mülk edinmişler. Mülklerinde istedikleri gibi tasarruf etmişler. İstedikleri zaman satmış, istedikleri zaman da satın almışlar. Hem diğer din mensuplarından hem Müslümanlardan almışlar. Nitekim bugün Yahudi evi diye bilinen bazı yerler, aslında Müslümanlara ait olup Yahudiler tarafından satın alınmış olan evlerdir.

M. Sarmış: Fakat herhalde o 1947’deki olaydan sonra toplu olarak satmak zorunda kalmışlar.

C. Hündür: Çok az. Çünkü bunlarda idealist bir düşünce var. O sıralarda İsrail Devleti kurulma aşamasında. Zaten oraya gideceğiz diye hazırlık yapıyorlar. O yüzden o olaydan önce de ellerindeki malı mülkü çıkarmaya başlamışlar. Yani zulümden kaçarak hepsinin toplu olarak sattığı düşüncesi yanlış. O olay sırasında ellerinde çok az yer kalmış zaten.