Fehmi Gayberi'nin ismini zaman zaman duymuş, ama hiç görüşmemiştim.

Büyük oğlu Fahri Gayberi, İl Milli Müdürlüğünde şef olduğu için oradan tanıyorum. İşini çok düzgün yapan, efendi bir arkadaş. Diğer oğlu Yunus Emre'yi de Yazarlar Birliğinden tanıyorum. Şiir yazan, dobra, kabına sığmayan bir genç. Tam bir Urfalı. Ahmet Zeki adlı bir oğlunun da Milat Gazetesi'nde önemli bir görevi (Medya Grup Başkanı) olduğunu duymuştum. Fakat tanımıyorum.
    
Birkaç arkadaş Fehmi Gayberi ile de röportaj yapmalısın dediği için listeme almıştım. Hakkında hep güzel şeyler duydum. Çok iyi bir esnaf, çok kitap okuyan, kültürlü, münevver, efendi, çok hoş sohbet bir insan gibi. Şair Nabi İlköğretim Okulundan velimiz, emekli Suphi Aslan da mesaj gönderip aynı tavsiyede bulunmuştu. Suphi Bey, 7 Aralık Perşembe günü buluştuğumuz bir dost sohbetinde de tekrarlayınca, "Arayın bakalım, müsaitse gidelim." dedim. Aradı, ben de konuştum. Hemen ertesi gün için anlaştık. 8 Aralık 2023 tarihinde Suphi Beyle Osman Gazi Camiinde Cuma namazını kıldıktan sonra evlerine gittik.
    
Bizi büyük nezaketle karşıladı. Gerçekten de karşımda bir Urfa beyefendisi vardı. Sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi koyu bir muhabbete daldık.

***
M. Sarmış: Abi Urfa'da derler ya "Kimlerdensiniz?" diye… Biz de öyle başlayalım. Kimlerdensiniz? Varsa aşiretinizden de söz edin, dedelerinizi anlatın.
    
F. Gayberi: Efendim, büyüklerimizin anlattığına göre biz Türkmen'iz. Selçuklu döneminde Doğu Türkistan tarafından buraya üç aşiret gelmiş: Badıllılar, Bezikililer, bir de Karakeçililer… Başlarında da Bozan Ağa adlı muhterem bir büyüğümüz varmış. Yakın tarihteki Badıllı Bozan Ağa değil. İlk geldikleri zaman başlarında bulunan başka bir Bozan Ağa.
    
M. Sarmış: Siz bunların hangisindensiniz?
    
F. Gayberi: Biz Bezikilerdeniz. Dedem İmam Hüseyin Gayberi ticaretle uğraşırmış. Altı oğlu olmuş: En büyükleri Fahri Gayberi, babam; onun küçüğü Attar Vahdettin Gayberi, onun küçüğü Sabri Gayberi, onun küçüğü Feyzullah Gayberi, subay; onun küçüğü Ziya Gayberi, o da subay; onun küçüğü de Hayrettin Gayberi, esnaf.

M. Sarmış: Soyadınız nerden geliyor? Bir tamlamaya benziyor. Soyadı Kanunu çıkınca mı verilmiş, yoksa eskiden beri mi böyle bir aile isminiz var?
    
F. Gayberi: Eskiden beri var. Gayberi Ailesi diyorlar bize. Yani "gaip eri". Bazılarının dediğine göre daha eskiden "Kayı Begi" derlermiş.
    
M. Sarmış: Yani Osmanlıların bağlı olduğu Kayı Aşireti…
F. Gayberi: Evet, evet. Sonra Gaip eri olmuş, derken Gayberi'ye dönüşmüş. Soyadı Kanunu çıkınca da resmi soyadımız olarak alınmış. 

M. Sarmış: Babanız Fahri Gayberi ne iş yapardı?
    
F. Gayberi: Atatürk dönemi. Harfler değişmiş. Okula giden çok az. Onun için 3. sınıfa kadar bile okuyanları devlet memuru olarak, polis olarak alırlarmış. Babam da o şekilde askerden evvel posta müvezii (posta dağıtıcısı) olarak görev almış. Atlı posta, süvari… O arada evlenmiş. Daha askere gitmeden… Annemi de alıp Hilvan'a gitmiş. Görev gereği. Yoksa biz Urfa'nın yerlisiyiz.
    
M. Sarmış: Annenizin adı ne?
    
F. Gayberi: Elif Gayberi. Onun babası da Bitlis'e bağlı Hizan'dan gelmiş. Said-i Nursi'nin doğduğu yerden… Onlarla bir tanışıklıkları var. Biz de gittik tanıştık. Çok iyi oldu. Onlar da çok memnun oldu.

M. Sarmış: Yani annenizin akrabalarıyla tanışmak için Hizan'a mı gittiniz?
    
F. Gayberi: Evet. Bir tanıyalım diye gittik. Said-i Nursi ile bir yakınlıkları da var. 1952'de Vahdi (Vahdettin) amcama Said-i Nursi'nin birkaç kitabı geldi. El yazmasından yapılmış taş baskı kitaplar. O zaman o kitaplar ve onları okuyanlar sürekli takip ediliyor. Polisler o kitapların kime geldiğini de takip etmişler. Amcam da bu yüzden kitaplar gelince Aşağı Çarşı'da bulunan bir depoya götürüp saklıyor. O zaman Haşimiye'de Emniyet Oteli vardı. Otel dediğim iki katlı eski bir han.  Alt katı çeşitli bölmelerden oluşan ahır, üst katında da kalmak isteyenler için odalar var. Ahır kısmında bizim de bir ambarımız var; amcam kitapları postaneden alınca gece götürüp oraya saklamış. Ben çocuk olduğum için kitapları görmedim. Ertesi gün polisler kitapları bulmuşlar. Bunun üzerine amcamı da babamı da alıp kitaplarla beraber karakola götürdüler. Fakat herhangi bir suç unsuru bulunmadığı için akşam bıraktılar. Kitapları da iade ettiler. Bu meyanda da dedem gelip "Benim Hizanlı olduğumu söylemeyin." dedi.

M. Sarmış: Niçin?
    
F. Gayberi: Said-i Nursi de Hizanlı ya; oradan bir bağlantı kurmasınlar diye.

M. Sarmış: Dedenizin adı nedir?
    
F. Gayberi: Derviş Ahmet Ulusoy.
    
M. Sarmış: O sırada Urfa'da mı?
    
F. Gayberi: Urfa'da bakkallık ediyor. 13 yaşında Hizan'dan buraya gelmiş. 

M. Sarmış: Yalnız mı gelmiş?
    
F. Gayberi: Yok, ailesi ile beraber muhacir olarak gelmişler. Artık Rusların saldırından dolayı mı, Ermeni meselesinden dolayı mı, bilmiyorum. Birkaç gece Su Meydanı taraflarında kalmışlar. Sonra Bingöl'e dönmüşler. Dedem ne olmuşsa olmuş, o kargaşada kaybolmuş, ailesinden geri kalmış. Su Meydanı'nda Derviş Ağa isimli tütün bayi olan Ulusoylar'dan birisi var. Bakıyor ki bu çocuk küçük, tek başına kimsiz kimsesiz kalmış; onunla ilgilenmiş. Ne oldu filan derken, meseleyi anlayınca almış evlerine götürmüş. Çok da beğenmiş, sevmiş. Beslemiş, büyütmüş. Bir oğlu daha önce Yemen'de şehit olduğu için, tabiri caizse dedemi o oğlunun yerine koymuş. Kendi soyadını vermiş. Sonra da tutmuş kızını, yani ninemi kendisine vermiş.

M. Sarmış: Anneniz de bu evlilikten doğmuş.
    
F. Gayberi: Evet. Dedemin üç adı var: Muhacir Ahmet, Derviş Ahmet, Sofi Ahmet… Çünkü sakalını kestiğini kimse görmemiş. Onun için "Derviş" de diyorlar, "Sofi" de diyorlar. Emniyet Oteli'nin karşısında bakkallık yapıyormuş. Gümrük Hanı'nın alt tarafında.

M. Sarmış: Siz de daha sonra dedenizin akrabalarını tanımak üzere Hizan'a gittiniz.
    
F. Gayberi: Evet, ben, annem ve bizim hanım gittik.

M. Sarmış: Hangi tarihte?
    
F. Gayberi: 1970'lerde… 
    
M. Sarmış: Peki daha önce oradan kimseyi tanıyor muydunuz?
    F. Gayberi: Bir kişi var. Dedemin yeğeni. Askerlik yapmak için Urfa'ya gelmiş. Dedem karpuz satıyormuş. Askerler gelince de bedava verirmiş. O askere karpuz kesip ikram etmiş. Yerken "Nerelisin?" diye sormuş. "Hizanlıyım." deyince, "Ooo ben de Hizanlıyım." demiş. İşi ilerletince kardeşinin oğlu olduğu ortaya çıkmış. Adı Hasan… Gelmişten, geçmişten, hoş beş derken sohbeti ilerletmişler. Ondan sonra her pazar çarşı iznine çıktığı zaman dedemin yanına gelmeye başlamış. Hasan Amca Tugay'da bir çavuşla tanışıyor; o da Bingöllü. Konuşurken "Benim anam da Hizanlı" demiş, "Muhacir olarak Bingöl'e gelmişler". O da Hasan Amcanın halası oğlu çıkmış. Onun adı da Tacettin. Ondan sonra Hasan Amca ile beraber Tacettin Amca da dedemgile gelmeye başlamış. Ben küçüktüm o zaman. Hade Babo! Pazar günü oldu mu dedeme misafir olurlardı. Dedem daha sonra kızını da Tacettin'e verip Bingöl'e gelin etmiş. Tacettin amca daha sonra komiser oldu. Oğlu da emekli komiser.

M. Sarmış: Çok ilginç. Peki, dedeniz kendisi daha sonra Bingöl'e ailesinin yanına gitmeyi hiç düşünmemiş mi?
    
F. Gayberi: Tabii tabii, dedem daha sonra oralara gitmiş. Biz daha sonra kendimiz tanışmak için gittik.