M. Sarmış: Pekâlâ. Babanız annenizle evlenip posta müvezzi olarak Hilvan'a gitmiş. Oradan devam edelim. Kaç çocukları olmuş? 
F. Gayberi: Dört erkek, bir kız. Kız olan babamın vefatından sonra doğdu.
M. Sarmış: Siz kaçıncı sıradasınız?
F. Gayberi: Birinciyim. Ben en büyükleriyim, ama en sona kaldım. Diğerlerinin hepsi vefat etti. Kardeşlerimin adı sırayla Ahmet Zeki Gayberi, Celal Gayberi, Cemal Gayberi, sonra da bacımız geliyor. Bir de benim ikiz kızkardeşim varmış. Annem anlatıyor. Burada Basralı Hafız var. Hem hafız, hem Rufai şeyhi. Dedem de ona intisap etmiş. Esas adı Ahmet Zeki, aslen Basralı olduğu için kısaca "Basralı Hafız" diyorlar. Urfa'da yaşıyor. Zeki Karagüzel de onun torunlarındandır. Basralı Hafız'ı benim adımı koymak üzere evimize çağırmışlar. Annem diyor ki "İkizin olan kızkardeşin çok gelişmiş, güzel, tombul bir çocuk. Sense o kadar ufaktın ki dedenin postalına girecek kadar küçüktün. Yaşamazsın diye düşünüyordum. Hatta dede adını koyduktan sonra kucağıma aldığım zaman içimden "Bunun adını niye koydu ki?" diye geçirdim. Tam o sırada ayağım takıldı tekerlendim yere düştüm; sen bir tarafa, ben bir tarafa… Basralı Hafız o sırada Arapça aksanı bir Türkçeyle "Elif! Elif! Doğri düşin. O çocuk gidecah. Sen bu oğlandan heyr görecahsan." dedi. Hatta annem vefat etmeden üç gün evvel beni çağırdı. Dedi "Oğlum, ben gidiciyim. Senden bir ricam var. Senin bana çok emeğin geçti. Hakkını bana helal et." Dedim "Anne, ben senin evladınım. Sen bana hakkını helal et." "Dedi "Yok oğlum, senin bana hakkın çok geçti."  Bir insanın annesi böyle söylerse ne mutlu ona! Hâlâ içimde ukdedir. Elini öptüm. Üç gün sonra da vefat etti.
M. Sarmış: Maşallah! Ne mutlu size! Kadıncağız boşuna helallik istememiş
F. Gayberi: Şimdi o dualar sırtımda adeta bir dağ gibi. Çok büyük manevi destek benim için.
M. Sarmış: Ne zaman vefat etti?
F. Gayberi: 1996 Kasım'ında.
M. Sarmış: Peki babanız... 
F. Gayberi: O annemden çok önce… 1955 yılında, 35 yaşındayken…
M. Sarmış: Arada çok zaman var. Anneniz de bir daha evlenmedi tabii.
F. Gayberi: Yoook! Ne kadar talip çıksa da "Bundan sonra erkek bana haramdır." dedi. Tabii yoksulluk… Perişanlık… Ama annem hep benimle beraber kaldı. Evlendikten sonra da, ölünceye kadar… Her gün sabah elini öpüp öyle dışarı çıkarım. Akşam gelince de mutlaka elini öper sonra içeriye girerim. 
M. Sarmış: Hayırlı evlat! Allah her ikisine de rahmet eylesin.
F. Gayberi: Öyle olsun.
M. Sarmış: Artık size gelebiliriz. Ne zaman, nerede doğdunuz?
F. Gayberi: 1942 yılında Hilvan'da doğmuşum. Ama annem müteaddit defalar gelip Urfa'da dedemgilde kalıyormuş. Beni de beraber getiriyormuş tabii.
M. Sarmış: Babanız ne kadar kalmış Hilvan'da?
F. Gayberi: İki sene kadar kalmışız. Orada görev yaparken Şeyh Feyzullah ve Şeyh Berces'le de tanışmışlar. Onlar Yedi Kuyu Köyünde kalıyorlarmış. Badıllıların köyü. Havaalanının oralarda. O zaman Hilvan'a bağlıydı, galiba şimdi Karaköprü'ye bağlıdır. Galiba tekke ve zaviyeler kapatılınca Tillo'dan kalkıp Urfa'ya gelmişler. Belki de gelmeye mecbur bırakılmışlar, bilmiyorum. Badıllılar da bunlara köyünü açmış, himaye etmiş. Çok sonraları bir taziyede Şeyh Berces'le karşılaştık. O bana anlattı. "Millet bizim köye gündüz gelmeye korkardı. Baban ise mektuplarımızı getirmek için gece karanlıkta atla gelir, karanlıkta da giderdi. Bazen de bizde kalırdı. Bir beyit defteri vardı. İkimiz de genciz. Sabaha kadar beyit okurduk. Uyumak yok."
M. Sarmış: Babanızın kendi yazdığı beyitler mi?
F. Gayberi: Kendinin yazdıkları da varmış, başka beyitler de varmış. Babam okuyup veya duyup beğendiği beyitleri o deftere yazıyormuş. Her ikisi de beyit okumaya çok meraklılarmış. Yine Şeyh Berces dedi ki "Evimizin haremine ilk ve son defa giren senin babandır." Daha sonraları Urfa'da Bıçakçı Meydanı'nın oralarda kalıyorlarmış. Şeyh Feyzullah geldiği zaman babama "Esselamü aleyküm Ey Fahreddin Razi" diye selam verir, babam da "Hade işte razi" diye selamını alırmış.  Yine o "Fahreddin Razi Hade çı dihazi?" diye soruyor, babam da  "Vallahi şeyhim, din iman dıhazi (isterim). Biraz da pere (para) dıhazi." diye cevap verirmiş. Böyle samimiler. Latife yapıyorlar, ama aslında ortada acı bir gerçek de var. İşleri çok kırık. Çok yoksullar. Yine de muhabbetleri bir başkaydı. Mesela babamın arkadaşları geldiği zaman muhabbete şöyle başlarlardı: Birisi derdi "Allah!" Diğeri derdi "Celle celaluhu!" (Allah'ın şânı yücedir.) Öbürü derdi "Amme nevaluhu!" (Allah'ın bağış ve ikramı bütün varlığı kaplamıştır.) Öbürü de derdi ki "Vela ilahe gayruhu!" (Ondan başka ilah yoktur.) Şimdiki gibi değildi yani.
M. Sarmış: Eyvallah! Şimdi o zor yıllardan bahsedelim biraz. O zaman o konudan bahsedelim. Sizin doğduğunuz yıl, daha İkinci Dünya Savaşı devam ediyor. 1939'da başlamış, 1945'e kadar devam etmiş. Türkiye katılmamış, ama her an katılabilirmiş gibi teyakkuzdalar. Buğday başta olmak üzere gıdaları depoluyorlar. Kıtlık zamanı. Ekmeğin karneyle satıldığı zamanlar. O döneme dair anlatacağınız bir şeyler var mı?
F. Gayberi: Annem diyor ki kıtlık vardı. Tam o sıralarda babam da askere gitmiş. Dedemi de yedek almışlar. Annem ve teyzelerim burada bir başlarına kalmışlar. Bıçakçı Meydanı'nda. Annem diyor ki "Çok kötü bir durumdaydık. Hepimiz açtık. Hiç unutmam. Evde ekmek yok, hiç bir şey yok. Bir gün kapı döğüldü. Leblebici Abdülkerim Apaydın, babamın sıra arkadaşı. Yarım çuval nohut getirmiş. "Bunu al, hiç olmazsa çocuğuna süt olur." dedi. Onunla birkaç gün idare ettik." Yani çok çileler çekmişler.
M. Sarmış: Abdülkerim Apaydın, Şekerci Ahmet Apaydın'ın amcası sanıyorum.
F. Gayberi: Evet, evet. Siirtlidirler. O da Basralı Ahmet Hafız'a bağlıdır. Rufai'dir. 
M. Sarmış: Sizin o döneme dair hatırladığınız bir şeyler var mı?
F. Gayberi: Yalnız bir şey hatırlıyorum. O sırada Bıçakçı Mahallesinden Dabakhane'nin oraya taşınmıştık. Kelleçi Çayı'nın orada oturuyorduk. Hoca minareden "Tanrı uludur! Tanrı uludur!" diye Türkçe ezan okumaya başladığı zaman, yaşı benden birkaç büyük olan bazı çocuklar da aşağıdan "Bamya aşı da suludur!" diye bağırırlardı. Dalga geçerlerdi yani. Çok ufaktım tabii. O kadar hatırlıyorum.
M. Sarmış: Sonra?
F. Gayberi: Ben babamı ancak 6 yaşında Haydarpaşa'da görebildim. 
M. Sarmış: Nasıl oldu öyle? Haydarpaşa'da ne işiniz var?
F. Gayberi: Babam askerliğini İstanbul Yeşilköy'de yapmış. Ben iki yaşındayken gitmiş. Dört sene askerlik yapmış. 
M. Sarmış: Dört sene boyunca hiç gelmemiş mi?
F. Gayberi: Gelmemiş. Dört yılın sonunda da orada çalışmaya başlamış. Urfa'dan arkadaşı olan Cülheçi Hacı Hasan Gergerli İstanbul'da iş kurmuş. Kumaş dokuyorlar. Babama demiş ki, "Urfa'ya gidip de ne yapacaksın? Gel bir tezgâhta da sen çalış." Babam da tamam deyince memlekete haber gönderiyor. Dedem bizi İstanbul'a gönderdi. Annemi ve beni… O zaman vasıta olmadığı için Akçakale'ye kadar kamyonla gittik. Posta gibi. İyi hatırlıyorum. Annem çarşaflı, ben de entariliyim. Akçakale'den trene binip gittik. Trende babamın arkadaşları da var. Üç kişi. Biri Saatçi Mahmut, biri Attar Mustafa, üçüncüsü de Osman Ünlü, o zaman subay, teğmen. Onlar da İstanbul'a gidiyor. Teğmen olan görevi gereği gidiyor. Diğerleri de iş için gidiyor. Dedem bizi onlara emanet etti. Yol boyunca bize mihmandarlık yaptılar. Hayal meyal hatırlıyorum. Saat dokuz gibi, babam bizi Haydarpaşa Tren Garı'nda karşıladı. İlk görüşüm. Düşünün babamı ilk defa altı yaşında görüyorum. Pehlivan yapılı bir adamdı. Beni trenin penceresinden aldı. Korkuyla anneme baktım. "Baban oğlum." dedi. İndik. Arkadaşlarına teşekkür etti. Ayrıldılar. Vapurla Karaköy'e geçtik. Orada babam siyah bir tenezzül tuttu. Taksiye o zaman tenezzül diyorlar. Babam şoföre iki buçuk lira verdi. Binip Şehremini'ne gittik. Helfendo diye babamın Urfa'dan bir arkadaşı var. Muhterem bir beyefendi. Onun evine gittik. Bizi yemeğe tuttular. Yemekten sonra gramofona bir plak koydular. "Pencereden kar geliyor. Gurbet bana zor geliyor." Herkes çok duygulandı. 
Evin hanımı ve kızlarıyla beraber annem de çok gözyaşı döktü. Daha sonra da kalacağımız yere gittik. Yakındı zaten. "Pazar Tekkesi" dedikleri bir yer. Eski bir tekke. Tekkeler kapatılınca boş kalmış. Hacı Hamza Gergerli de kiralayıp dokuma atölyesine çevirmiş. Babam orada çalışacak. Tekkenin içinde iki oda bir salondan ibaret ufacık bir yeri de babama tahsis etmişler. Biz gittik oraya. Babam daha o gece bana "Sana elifbayı öğrettiler mi?" diye sordu. "Yok." dedim. "Öyleyse unutma yarın bana hatırlat, sana bir elifba alayım." dedi. Ben unuttum tabii. Sabahleyin kalktım. Babam "Fehmi" diye seslendi. Dedim "Hâ!" "Hâ mı? Burası İstanbul oğlum. Kim seni çağırırsa çağırsın "efendim" diyeceksin. Aman ha!" Babamın sesi bugün hâlâ kulağımdadır. O günden sonra hiçbir gün "ha!" demedim.