M. Sarmış: Peki, devam edelim.
F. Gayberi: Orada bir kalfamız vardı; hepimizi dayağa çekiyordu. Nihayet gidip amcama "Ben burada çalışmak istemiyorum. Her gün dayak yiyorum." dedim. O da ustama söyledi. Ustam çok muhterem bir insandı. Baktı orada huzurumuz yok. Dedi "Ceylanpınar'dan benim elektrikçi bir arkadaşım geldi. Rastgeldi Garajında dükkân açtı. Seni oraya koyalım." Rastgeldi Garajı da hemen bizim garajın karşısında, yolun sağında. Tuttu beni oraya çırak olarak koydu. O bize her gün dayak atan kalfamızı da daha sonra birisi bıçaklayıp öldürdü. Yine de Allah rahmet etsin. Neyse… Yeni ustam Hasan Singer Kayserili. Oto elektrikçi. Halfemiz de Derviş Coşandal. 
M. Sarmış: Tahir Coşandal'ın babası. 
F. Gayberi: Evet. Daha sonra o askere gitti; ustayla ben kaldık. O da muhterem bir adamdı, Derviş de muhterem bir adamdı. Fakat bu ustam da daha sonra Amerika'ya gitti. Gitmeden önce dükkân için malzeme aldığım Mustafa Ertekin vardı; "Çarçuval'ın Oğlu" derlerdi. Askeri Mahfel'in orda elektrikçilik yapıyordu. Zaman zaman gidip malzeme aldığım için tanışmıştık. Bir gün dedi ki "Ustan Amerika'ya gidince yanıma gelir misin?" "Gelirim." dedim. Böylece o da benim üçüncü ustam oldu. Gider gitmez bana 10 lira haftalık verdi. 
M. Sarmış: Bu arada oto elektrikçilikten normal elektrikçiliğe dönmüş oldunuz.
F. Gayberi: Öyle oldu. Bir buçuk iki sene de orada kaldık; Allah'a bin şükür.
M. Sarmış: İlkokuldan sonra bir daha okula gitmediniz.
F. Gayberi: Gidemedim. Arkadaşlarım gelip diyorlar "Subay okulu var, şu okul var, bu okul var." Nasıl gideyim? Annem "Bizi bırakıp nereye gideceksin oğlum? Ben genç eksik evdeyim. Sen gittin mi ne yaparım?" diyor.
M. Sarmış: Kaldığımız yerden devam edelim.
F. Gayberi: Sonra oradan da çıktım. Niye? Elektrik mühendisi subaylar bizim ustamızın yanına geliyorlar. İş getiriyorlar. Ben de elektrikle ilgili konuları merak edip onlara soruyorum. Bana bir kitap tavsiye ettiler; İsmail Çeltekligil'in "Bobinaj Tekniği" kitabı. Bir de adres verdiler; "Aha bu adrese ısmarla, sana gelir." dediler. İsmail Çeltekligil, İstanbul Tophane Erkek Sanat Enstitüsü öğretmeni. Ben de oraya mektup yazdım. Kitap geldi. Parasını vereceğim, ama cebimde para yok. Ustama gittim. "Bana haftalığımdan 10 lira ver." dedim. "Niye?" dedi. Dedim "Kitap ısmarlamışım." Parayı verdi, "Git getir şu kitabı, ben de bir göreyim." dedi. Getirdim, görene kadar rengi attı adamın. Ben öğreneceğim ya! O haftanın sonunda "Sen siye bir iş bul." dedi. 
M. Sarmış: Niye? Öğrenmenizi istemiyor mu?
F. Gayberi: İstemiyor tabii. Hasetlik. Kendisine rakip çıkarım diye… Yine de Allah gani gani rahmet etsin. Onun sayesinde mesleği iyi kötü öğrenmiş olduk. 
M. Sarmış: O sırada yaş kaça gelmiş durumda?
F. Gayberi: 16 yaşındayım.
M. Sarmış: Bu arada dini eğitim ne oldu? İstanbul'da elifbaya başlamıştınız. Urfa'da devamı gelmedi mi?
F. Gayberi: Hızanoğlu Camii'nde Bahyeddin Hoca (Güneri) vardı. Onun yanında şegirtliğe başladım. Yaşar Hafız (Şekerci), Şevki Hafız (Mehmet Altıngöz), Kadir Hafız (Erkasap)… Hep beraber okuyoruz. Daha çok var da isimlerini hatırlayamıyorum hepsinin.
M. Sarmış: Artık Demokrat Parti zamanı. Kur'an öğretimi konusunda bir sıkıntı yok.
F. Gayberi: Evet evet.
M. Sarmış: Ondan öncesini hatırlıyor musunuz? Mesela ezanın Türkçe okunduğu zamanları…
F. Gayberi: Yok, hatırlamıyorum. Sonradan okuyarak öğrendim o işleri.
M. Sarmış: Peki Bahyeddin Hocanın yanında ne kadar okudunuz?
F. Gayberi: Kur'an okumayı öğrenene kadar. Sabah hocaya, öğlenden sonra da babamın yanına giderdim. Kur'an okumayı öğrenince babam beni çıkardı. Dükkânda kendisine yardım etmem için. Fakat beni ikindi zamanı Rızvaniye Camii'ne yolluyor ki, Kur'an'ımı unutmayayım. Bu meyanda babamın arkadaşları geliyorlar. Rızvaniye Camii'nde Pabuççu Ali Hafız var, Reşit Hafız var; bunlar ikindi zamanları cüz okuyorlar. Bir de kunduracı şegirdi bir arkadaşım vardı; Yaşar Meydancı; Rafi Hafız'ın şegirdi, o da benimle beraber gelirdi.
Bunun haricinde ders aldığımız bir yer daha var. O sıralar Rızvaniye Camii'ne Abdullah Hoca (Yeğin) ile Ceylan Hoca (Çalışkan) diye iki muhterem geldi. Bediüzzaman'ın öğrencileri.
M. Sarmış: Abdullah Yeğin'i Bediüzzaman Urfa'ya göndermiş.
    F. Gayberi: Aynen öyle, görevli gelmiş.
    M. Sarmış: Tam olarak nerede kalıyorlardı?
F. Gayberi: Rızvaniye Medresesi'nin kuzeyinde sol dipteki küçük hücrede. Sanıyorum, bitişiğindeki başka bir hücrede yatıp kalkıyorlardı. O da küçücüktü. Bunda da oturuyorlar, ders veriyorlardı. Bildiğim kadarıyla devrin Urfa Müftüsü Abdurrahman Aksoy orayı kendilerine tahsis etmiş. Babam beni de ders almaya gönderdi.
M. Sarmış: Babanız nasıl tanıyor kendisini?
F. Gayberi: Vahdi amcamın onlarla irtibatı vardı.
M. Sarmış: Anladığım kadarıyla amcanız Nurcu.
F. Gayberi: Evet, Nurcu…  Üstad'ın Urfa'daki en yakın takipçilerinden. Onunla mektuplaşırmış. Üstad Emirdağ'da iken ziyaretine de gitmiş. Dönerken Üstad'ın kendisine emanet ettiği eşyalarını da getirmiş. "Denk" denilen küçük bir bohça. İçinde bir yorgan, bir şilte, bir cübbe, bir semaver ve bir demlik varmış. O cüppe Mevlâna Halid-i Bağdadî'ninmiş. Vahdi Amcam daha sonra onları Üstad'ın Urfa'daki talebelerine hediye etmiş. Şu an İpek Palas Otelindeki Said-i Nursi Hazretlerinin İkamet etmiş olduğu odada muhafaza edilmektedir. 
M. Sarmış: Bu kadar yakınlar yani.
F. Gayberi: Ya, öyle. İşte amcam babamla konuştu, beni Abdullah Yeğin'den ders almaya gönderdiler. İlk talebesiyim yani. Sene 1952. Daha 10 yaşındayım.
M. Sarmış: Ceylan Hoca da sürekli onunla beraber mi?
F. Gayberi: Galiba o fazla kalmadı.
M. Sarmış: Oraya sizden başka kimler geliyordu?
F. Gayberi: Ekrem Kara var, Osman Ağlamış var, Ahmet Yaşar var. Üç beş kişiyiz.
M. Sarmış: Ne dersi alıyorsunuz?
F. Gayberi: Kur'an dersi alıyoruz. İyi ahlak dersi alıyoruz. "Üstadımız Said-i Nursî'dir." diyorlar. Unutamadığım bir hatıram var: Gittiğimizin ikinci günüydü. Bir arkadaşımız çimento kâğıdından bir paket getirmişti. Abdullah Yeğin Hocaya verdi. Hoca "Nedir bu?" dedi. Çocuk boynunu eğdi. İçinden iki salkım kara üzüm çıktı. Babası yollamış. Abdullah Yeğin dedi ki "Ağam bak. Teberrüken bundan birer habbe yiyeceğiz. Fakat hepinize söylüyorum; sakın bize bir daha hediye getirmeyin." Hepsini bize dağıttılar. Böyle adamlar…
M. Sarmış: Ne kadar devam ettiniz oradaki derslere?
F. Gayberi: Çok sürmedi. Beş altı ay kadar… Fakat her gün gitmiyorum. Haftada birkaç gün. Çünkü dükkânda babama yardım ediyorum. Kendisi sürekli hasta. İndir kaldır işlerine ben bakıyorum. Ayrıca gece 12'ye kadar da ben kalıyorum. Biz o zaman için nadide sayılan şeyler satıyorduk; elma, portakal filan.
M. Sarmış: O zaman onlar nadide mi?
F. Gayberi: Evet, tabii. O zaman az bulunurdu; kimse satamazdı? Genelde hasta ziyaretine gidenler alırdı. Alanlar da iki veya üç tane alırdı. Kiloyla alan çok nadirdi.
M. Sarmış: Vay be! Nereden nereye? 
F. Gayberi: Ha her gün öğretmenim saçımı böyle büküp canımı acıtıyor, bir hortumla da elime vuruyor. Derse çalışamamışım diye. Her vurduğunda canım yanıyor, ağlıyorum. Ama konuşamıyorum. Derdimi anlatamıyorum. Babam hasta, her gece 12'ye kadar çalışıyorum, ona nasıl diyeyim? Yine de bin kere Allah rahmet etsin. Osman Karalök diye bir sınıf arkadaşım vardı. Evleri Ulu Camii'nin orada. Bir gece babasının sırası varmış, evde elma portakal bitmiş, almaya çıkmış. Saat 11 gibi dükkâna geldi. "Nedir bu hal?" dedi. Dedim "Her gece halim bu."
 Ertesi sabah yine dayak faslı başlayacak. Osman Karalök el kaldırdı. Ziya Hoca "Ne var?" deyince de anlatmaya başladı. "Fehmi her gece 12'ye kadar babasının dükkânına bakıyor; onun için ders çalışamıyor. Ben dün gece şahit oldum." Bunun üzerine ben ağlamaya başladım. Öğretmenimiz bana döndü "Bütün bunlar doğru mu Fehmi?" "Doğru öğretmenim." "Şimdiye kadar niçin bana söylemedin?" "Söyleyemedim." O zaman dedi ki "Bak oğlum! Vazifem, seni iyi yetiştirmek, dersimi iyi öğretmek. Vazifemi iyi yapamazsam aldığım para haram olur. Dolayısıyla benim oğlum eşkıya olur." O zaman anarşist deyimi yok, eşkıya diyor. "Vazifemi iyi yapmalıyım ki aldığım para helal olsun. Yoksa ben seni keyfimden vurmuyorum." Ya böyle öğretmenler kardeşim. (Hasret ve hüzün karışımı derin bir ah çekti. Ben de hüzünlendim.)