M. Sarmış: Aslında cevabını tahmin ettiği bir sorum var. Verimlilik açısından Urfa ve Ankara yıllarını karşılaştıracak olsan ne dersin?
    
M. Kurtoğlu: Şöyle diyeyim. Urfa'da ben kendimi dağıtmıştım. Şiir, deneme, araştırma, köşe yazısı yazıyordum. Mesela şu anda senin yaptığın gibi röportajlar yapıyordum. Dergi, kitap çıkarıyordum. Yazarlar Birliği olarak çok çeşitli programlar yapıyordum. Dediğim gibi kendimi dağıtmış olsam da edebi anlamda üretiyordum. Ankara'ya gittikten sonra kendi içime döndüm. Bir de şu anda 1938'den beri çıkan Vakıflar Dergisi'nin genel yayın yönetmeniyim. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin kültür hayatında çok önemli dergilerden birisi. Sen tarihçisin, bilirsin, 1937 Belleten, 1938 Vakıflar Dergisi… Çok önemli dergiler. 2008'de gitmiştim. 2010 yılında hakemli oldu. Daha önce üç beş yılda bir sayı çıkıyordu. 2008'e kadar 28 sayı çıkmış. O yıldan bu yana 60. Sayıya ulaştı. İki de özel sayı var, 62 sayı olmuş. İlk 70 yılda 28 sayı, benim başına geldiğimden sonraki 14 yıl içinde 34 sayı. Hakemli dergi oldu. 

Uluslararası nitelik kazandı. Çok kült bir dergi. Hatta ben belgeselini yaptım. Kuruluşunun 75. yılı dolayısıyla TRT'de gösterildi. Bunu niçin anlatıyorum? Bu dergi çalışmaları sırasında en az on tane yüksek lisans veya doktora yapmış gibi oldum. Bir hakemli dergi nasıl olur, bir akademik çalışma nasıl yapılır, bilimsel bir yazı nasıl yazılır gibi şeyleri öğrendim. Başlarda alaylı bir yazar olduğumu söylemiştim. Bu dergi sayesinde bir mektepli kadar bilgi ve birikime sahip oldum. Orada benim bilimsel makalelerim de yayınlandı. Mesela Urfa'da Sakıp Efendi'yi çalıştım. Hayatı ve vakfiyesi. Yine Enver Karakeçili ile Urfa vakıf kitaplarını çalıştım. 

M. Sarmış: Tabii görevin de buna uygun. Bildiğim kadarıyla işin kârın okumak, yazmak, araştırmak... Bir yazar için çok ideal bir görev.
    
M. Kurtoğlu: Evet, doğru. O anlamda çok memnunum.

M. Sarmış: Bir de tabii Yazarlar Birliğinde görevin var. 
    
M. Kurtoğlu: İki dönem Ankara Şube başkanlığı yaptım. Ondan sonra da genel merkez yönetimine girdim. Genel sekreterlik görevini üstlendim. Halen de devam ediyor. Yani orada da 15 yıldır yönetimdeyim. 

M. Sarmış: Bu kadar çok okuma yazma ve meşguliyet ev hayatını, eşinle çocuklarınla ilişkilerini nasıl etkiliyor?
    
M. Kurtoğlu: Tabii bu ihmalin getirdiği travmalar var çocuklarımda. Eşimi ve çocuklarımı yıllar sonra ihmal ettiğimi fark ettim. Bana göre daha önce bu işleri yaparken onları ihmal etmiyordum. Görevimi yaptığımı zannediyordum. Meğer öyle değilmiş. Çocuklar büyüdü. Oturup konuştuğumuz zaman gerçeği anladım. Onları ihmal ettiğimi anladım. Hatta o ihmallerin bazılarında travma yarattığını anladım. Fakat yazan çizen veya cemiyet insanı dediğimiz insanların kaderinde bu vardır. Allah muhafaza ama bazıları çocuklarını kaybetmiştir. 

M. Sarmış: Birçoğu sonradan çok pişman oluyor.
    
M. Kurtoğlu: Evet. Bir abimiz "Cemiyeti kurtarayım diye ailenizi kaybetmeyin." derdi. İkisini de dengede tutmak lazım. Senin bir hikâyenle ilgili bir hatıram var, onu anlatayım. Seyir Dergisi'nde yayınlanmıştı. Spastik engelli çocukları olan çok fedakâr bir babayı anlatıyordun. 
M. Sarmış: Hatırladım. "İyi Baba" başlıklı bir hikâye. İlk müdürlük yaptığım okulda beraber çalıştığımız bir hizmetliyi anlatmıştım.
    
M. Kurtoğlu: Bizim hanım okumuş, çok etkilenmiş. "Doğru söylüyor, baba dediğin böyle olmalı." demişti. 

M. Sarmış: Senin kitaplarını okuyorlar mı?
    
M. Kurtoğlu: İyi bir eğitim aldılar. Kitap okuyorlar, ama benim kitaplarımın ancak birkaç tanesini okumuşlardır. O da başka arkadaşlarından duyup okuyorlar. Hani okumadık deyip utanmamak için. "Senin dilin çok ağır diyorlar. Senin konuların bizim ilgimizi çekmiyor." gibi gerekçeler ileri sürüyorlar.

M. Sarmış: Günümüzde gittikçe görsellik öne çıkıyor. Televizyondan da öte YouTube kanalları var. Zaman zaman katıldığını biliyorum. Ama birde YouTube kanalı açma konusu var. Bana da kanal açmayı tavsiye edenler çok oluyor. Bu konularla ilgili neler söylemek istersin?
    
M. Kurtoğlu: Sadece bizde değil dünyada da matbu yayıncılık bitti. Kâğıdın hammaddesi ağaç, orman… Dünyada orman alanları azalıyor, bu da doğal dengeyi bozuyor diye kâğıt tüketimini azaltmak istiyorlar. Çin dahi kâğıt fabrikasını kapatmış. Ayrıca dijital mecra yaygınlaştığından dolayı dünya yayıncılığı matbudan dijitale geçiyor. Özellikle Pandemi'den sonra bu süreç daha çok hızlandı. Biz düşünsel akla sahibiz, yeni gençler görsel akla sahip. Görselliğe önem veriyorlar. 18. ve 19. yüzyılın romanlarına baktığımız zaman her biri 400, 500 sayfa. Daha fazla olup üç dört cilt olarak bastırılanlar var. Şu anda insanların değil 300, 500 sayfa, 200 sayfalık bir romanı okuyacak zamanları yok. Onun için o kadar uzun romanlar yazarsanız elinizde patlar. İnsanlar okumadığı için yayınevleri de basmıyor. Zaman çok hızlı akıyor. Çünkü meşguliyet çok, zaman yok. Bundan dolayı geniş konuları mümkün olduğu kadar kısaca yazmak lazım. Az, öz, aforizmal cümlelerle anlatmak lazım. Sosyal medyada da fotoğraf ve videoların yanı sıra metin olarak hap gibi aforizmalar ve kısa paragraflar öne çıkıyor. Romanları bile okumak yerine kulaklık takarak dinliyorlar. Hem de araba sürerken, iş yaparken dinliyorlar. Çünkü uzun okumalar için zamanları yok. Eskiden öyle değildi. Onların zamanı çoktu, uzun kitaplar okuyorlardı. Romanlar gazetelerde tefrika ediliyordu. Ne kadar uzun olursa o kadar makbule geçiyordu. Böylece hem ona göre telif ücreti alıyor, hem okuyucuyu kendilerine bağlıyorlardı. Çünkü okuyanı çoktu. Şimdi öyle değil. Kısa soluklu eserler, görsel eserler ve dijital mecra öne çıkmış durumda. Bana da teklif edenler oluyor. Mesela oğlum bir şirket kurmuş. Cep telefonu oyunları yapıyor. Bana da "Baba sen bu kitaplarla bir yere ulaşamazsın. Beş yüz tane de kitap yazsan bizim kuşakta bir karşılığı yok. Eğer bir şey yapmak istiyorsan, bir YouTube kanalı açacaksın; haftada bir veya birkaç gün, beş dakikayı geçmeyecek videolar çekeceksin. Eğer popüler, esprili, ironik şeyler yapabiliyorsan en fazla on dakika olacak.  Önce onlarla popüler olacaksın. İnsanlar ancak ondan sonra senin kitaplarına ilgi duyabilir." diyor. 

Oğlum da kızım da bana kanal açmayı teklif etti; kabul etmedim, ama galiba eni sonu o noktaya geleceğiz. Bir, internette bir sayfan olacak. İki, bir YouTube kanalı kuracaksın. Burada insanların ilgisini çekecek beş on dakikalık konuşmalar yapacaksın. Mesela bugün deizm gündemde. Tanrı var mı? Tolstoy'a göre tanrı, Dostoyevski araftaydı, filanca peygamber miydi, falanca bilmem neydi gibi konularda insanların dikkatini çekecek başlıklar bulacaksın. Veya Urfa'yı mı anlatıyorsun? Diyelim Ezelden Urfa kitabı… 

Kitap olarak dikkati çekmez. Ama Ortaçağ'da bir fahişe Urfa'yı nasıl kurtardı? Bu, tarihi bir gerçek. Urfa'yı Müslüman Türklerin elinden alan dansöz bir kadın. Böyle anlattığın zaman ilgi çeker. Kitapla on yılda bin kişiye ulaşamıyorken bu şekilde anında binlerce, on binlerce, belki yüz binlerce kişiye ulaşmak mümkün olacaktır. Mesela Facebook'ta beş bin takipçim var. Yaptığım bir paylaşımı anında beş bin kişi görebiliyor. Onlar da kendi sayfalarında paylaşacak olsa bu rakam çarparak devam edecek.

M. Sarmış: Diğerinin yerini tutmuyor tabii, ama günümüzün böyle bir gerçeği de var. Günümüzde popüler olma ve para kazanma düşüncesi var. Fakat bir derdi olup da derdini anlatmak isteyenlere uygun değil. Nabza göre şerbet verme yolu. Onu da herkes yapamaz.