Son yıllarda hayatı çok hızlı yaşamaya hatta teşbihte hata olmaz hayatı tüketmeye başladık. Her şeyimiz hızlı, öylesine, otomatik. Tuzsuz yemek gibi karnımız doyuyor ama lezzet yok. Teşekkür etmeyi, rica etmeyi, bazen alttan almayı, gerektiğinde iltifat unuttuk.

Bazen yetişmek zorunda olduklarımızdan fırsat bulup güzel bir yemek yemeye, bir manzara görmeye, evlatlarımızla bir etkinlik yapmaya fırsat bulduğumuzda ellerimiz hemen telefonlara gider oldu.

Anın tadını çıkarma, lezzet almak ikinci hatta üçüncü plana düştü. Birinci sırada anı kaydedip bunu malum mecralarda paylaşmak, ikincisi ise beğeni almak olurken en sona bırakıyoruz yaşamamız gereken anı. Peki, her şey bıraktığımız gibi mi gerçekten?

Soframızda ki yemek hala sıcak mı? Kırk yıl hatırı olan kahve bekliyor mu köşede? Tamam. Bahsedilen şeyleri yenileyebiliriz peki heyecanla parlayan gözlerde ki ışıltılar aydınlatıyor mu yine karanlığı?

Tüketme çılgınlığı içinde en tüketilen insani değerler oldu aslında. İnsanlar o kadar bencilleşti ki istedikleri her şeyi kendilerine hak görür oldu. Hatalarını kabul etme hak getire. Kendimizi, zamanla küçültüle küçültüle çekirdeğe dönüştürülen aileye hapsettik. Bırak akraba eş dost konu komşu el oldu. Anlayacağınız modern çağın robotları olarak devam ediyoruz.

O zaman ne mi yapalım? Hayatın tadını çıkaralım, aldığımız her nefesi son defaymış gibi verelim. Kıymetimizi bilelim, kıymet verelim. Gökyüzüne bakalım, akıp giden mevsimleri fark edelim, işe, okula giderken yol kenarında ki çiçekleri koklayalım, sokağı temizleyen görevlilere kolay gelsin diyelim, komşulara esnafa selam verelim…

Evet yaşam zor , ekonomi kötü ,çalışmak zorundayız ama kazandığımız ekmeğe gülümsemeyi katık edemiyorsak, aldığımız nefeste ailemizi ısıtamıyorsak, tükettiğimiz kelimelerle gönülleri yerle yeksan ediyorsak ne anlamı kalır ki var olmanın?