BİRİNCİ BÖLÜM

Cuma Hoca ile uzaktan tanışıyorduk. Eski Urfa yürüyüş yazılarımı sosyal medyada yayınladığım zaman sık sık yorumlarıyla katkıda bulunuyordu. Bir iki defa da telefonla görüşmüştük. Urfa’nın tapu kayıtları üzerine çalışıyordu. Elinde belgeye dayalı bilgiler vardı. Hem kendisini tanımak, hem de Urfa üzerine bilgilerinden istifade etmek üzere röportaj listeme almıştım.

26 Kasım 2022 Cumartesi günü öğlenden sonra Köprübaşı’nda Şube Başkanı olduğu UYSAD’ın bürosunda buluştuk. Sohbetimiz akşam karanlığına kadar devam etti. Fakat bitiremedik. Sorum da çok, hocanın anlatacağı şeyler de...

Sonra araya çok şeyler girdi. Hocanın il dışına gitmesi, 6 Şubat Deprem’i, 15 Mart Sel’i, derken Ramazan… Ancak 8 Mayıs 2023’te bir araya gelebildik. Bu sefer Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesi’nin Yusuf Paşa Mahallesindeki yerinde, eski adı “Kuyulu Ev” olan, bir süre önce Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi tarafından Şair Nabi Evi olarak tahsis edilen eski bir Urfa evinde, saat 14.00’te.

Hocamızın hayatının ilk dönemlerine dair anlattığı ayrıntılı bilgiler, o dönem Urfa’sı için önemli ipuçları verdiği için olduğu gibi almayı uygun gördüm.

M. Sarmış: Değerli Hocam, sohbetimize, ailenizi tanıyarak başlayalım.

C. Hündür: Babamın adı Şükrü. Osmanlı zamanında Hicri 1325/Miladi 1909 doğumlu. Annemin adı da Hatice. O da H. 1335/M. 1919 doğumlu. Babam iki evliydi. Kalabalık bir aile idik.

M. Sarmış: Sizden devam edelim. Doğumunuzdan başlamak üzere bize neler söylersiniz?

C. Hündür: Doğum tarihim ve yerim, nüfusa 1955 yılı, Urfa merkeze bağlı Çamlıdere Beldesi İncirli Köyü olarak kaydedilmiş. Köyümüz şehir merkezine 20 kilometre mesafedeki yakın bir köy. Osmanlı coğrafyasında deve yürüyüşü ile 4 saatlik bir yol.

M. Sarmış: Okul hayatınız…

C. Hündür: 1966 yılında Çamlıdere İlkokulundan mezun oldum. Hocalarımın hepsi yabancıydı. Son öğretmenimiz Urfalı Reşit Köylü oldu. Biliyorsunuz aynı zamanda Urfaspor’da oynayan meşhur bir futbolcudur. Çok sevdiğimiz saydığımız bir hocamızdı. Urfa’ya yakın bir yere vermişler ki, pazar günleri gelip maçlara çıkabilsin. O zamanlar eğitim-öğretim cumartesi öğlene kadar devam ederdi.

M. Sarmış: İlkokuldan sonra…

C. Hündür: İlkokula paralel olarak Kur’an eğitimi de almıştım. İslami ilimler tahsil etmek istiyordum. Çevre illerde bu tür eğitimi alabileceğim medreselerin olduğu çeşitli yerler vardı. Araştırıp öğrenmiştim. İşte Diyarbakır, Bismil, o zamanlar Kerboran dedikleri Midyat filan… (Kerboran sonradan Dargeçit adıyla Midyat’tan ayrılıp ilçe olan yerleşim yeri. M.S.) Fakat onlar biraz uzak. En yakını Urfa’nın Elhan Köyü olduğu için orayı tercih ettim. İlkokulun bittiği yılın devamındaki yazın sonuna doğru bir gün harman yerindeyiz. Babamla, abilerimle birlikte çalışıyoruz. Hatırladığım kadarıyla köyde bir düğün de var. Aldım Kur’an-ı Kerim’i ve kitaplarımı, kız kardeşimin bir heybesi vardı, onun içine koydum. Viranşehir Yoluna çıktım. İkindiye doğru Urfa’ya giden kamyonlar oradan geçiyordu. Birine el edip durdurdum. Binip şehre geldim. Abide göbeğinin orada indim. O zamanlar göbek henüz yok. Her taraf baştanbaşa tarla. Hacı Selim Ağazadeler’in, şimdi bilinen adlarıyla söyleyeyim Uludağlar’ın tarlası. Askeri lojmanlar yeni yeni yapılıyor. Orada indim. Bozova Diyarbakır yolu oradan geçiyor. Şimdi köye nasıl gideceğim? Demişlerdi ki Akarbaşı’ndaki Aslanlı Garajı’n (Aslanlı Han) önünden öğlene doğru köy postası kalkıyor. Köy çocuğuyum, üzerimde bir fistan var, şehri tanımıyorum, param da yok, oraya nasıl gideceğim? Bekleşmekte olan birkaç kişi vardı. “Amca nereye gideceksiniz?” diye sordum. “Havag’a” dediler. Havag/Hüvek Bozova’nın eski adı. O yol benim gideceğim yere uzak düşüyor. Başka bir iki kişiye sordum. “Kaza’ya gidiyoruz.” dediler. Eskiden yerli halk Hilvan’a “Kaza” derdi. Şeyh Sinan’ın konağı Hilvan yolundan görünür demişlerdi bana. Ben de o adamlarla aynı arabaya bindim, yolda inip Elhan’a kadar uzun süre yürüdüm. Yıl 1966. Varınca dedim ki “Ben burada ilim okuyacağım.”

M. Sarmış: Babanızın, ailenizin haberi olmadan yani. Doğrusu o yaşta biri için büyük cesaret.

C. Hündür: Evet, evet. Ne babamın, ne annemin haberi vardı. Resmen kaçtım.

M. Sarmış: Babanız ne yaptı? Orada olduğunuzu nasıl öğrendi?

C. Hündür: O zaman her taraftan Şeyh Sinan’ı tanıyanlar Elhan’a gelirdi. Kimi sohbetinde bulunmak, kimi duasını almak için. Kimi de şifa bulsun diye hastasını getirirdi. Onlardan beni orada görenler babama haber vermişler. “Elhan’da Dögerli aşiretinden de bir fakih var”, yani bizden de bir genç var demişler. Babam bir iki sefer geldi. Az sonra söz edeceğim üzere köyde imamlık yapan Şeyh İzzettin beni bırakmadı. Babam da içi rahat etmiş olarak geri döndü. Babam aklı başında, bu işleri seven biri idi. Askerliğini 1925 yıllarında Diyarbakır taraflarında yapmış. Şeyh Sait olayında da orada imiş. Cahildi, okumamıştı ama çok bilinçli idi. Etrafındaki gençleri sürekli uyarır, kızar, bazı konularda tembihatlarda bulunurdu.

M. Sarmış: Orada ne kadar kaldınız?

C. Hündür: İki yıl. Zaten kendi köyümde Kur’an eğitimi almıştım. Orada da medrese usulü Arapça dersi aldım. Ayrıca iki türlü tasavvufi faaliyet vardı: Şeyh Sinan kendisi “Tekke-i Kadiriye” olarak faaliyet gösteriyordu. Sabah ve yatsı namazlarından sonra Kadiri zikirleri yapılırdı. Cuma gecelerinin zikirleri Adıyaman ve diğer çevre illerinden gelen müritlerle beraber çok kalabalık olurdu ve çok uzun sürerdi. Hem öğrenciyiz. Hem hizmet ediyoruz. Hem de bu faaliyetlere zevkle iştirak ediyoruz. Gündüzleri bize ders veren hocamız şu anda Yeşildirek mıntıkasında oturan ve eski usul eğitim çalışmalarını sürdüren Şeyh İzzettin’di. Kendisi Kızıltepeli olup o sırada henüz gençti. Köyün camisinde ücretli hocalık yapıyordu. O zamanlar simsiyah sakallı olan Molla İzzettin, bana da hocalık yaptı. Kendisi Nakşibendi olup Suriye’deki Haznevi ailesinden Şeyh Alaattin’in halifesi idi. Öyle olmalıydı ki, daha sonra bizim tarikata intisabımızı sağladı. Onunla da ikindi namazından sonra Nakşibendi zikrini yapmaya başladık. Yani hem Şeyh Sinan’ın evinde yatıp ekmeğini yiyoruz, hem de buraya devam ediyoruz. İkisi birlikte gidiyor. Bu durum epey sürdü. Zamanla Şeyh Sinan’ın maddi durumu zayıflayıp da orada yaşayan ve fakih/fukaha denilen öğrenciler dağılınca benden büyük bazı abiler dediler ki, “Burada hem öğrencilere, hem misafirlere yemek çıkıyor, bunların durumu da müsait değil, en iyisi biz buradan ayrılalım.” Böylece ben de o iki abi ile beraber, çok sevdiğim, kendisinin de beni çok sevdiğini bildiğim Molla İzzettin’den habersiz köyü terk ettim. Üzerimizde bir fistan, elimizde kitaplarımızla yollara düştük… Yani anlayacağınız ikinci defa kaçtım. Beraberce bu sefer Diyarbakır’a gittik. Devam edecek...