ON BEŞİNCİ BÖLÜM

M. Sarmış: Şimdi Eski Urfa'ya biraz başka bir yönüyle bakalım. 1940'lı yıllarda nüfus 200 bin bile değil. İller sıralamasında ortalarda bir yerde. Bunun da yüzde 30 kadarı şehir merkezinde yaşıyor, gerisi köylerde. Yani Urfa merkezin nüfusu 40-50 bin civarında var yok... Sonra hem genel nüfus, hem şehir nüfusu artıyor. Özellikle 1970'lerden sonra bu artış büyük bir ivme kazanıyor. Bugün toplam nüfus 2 milyonu geçmiş durumda. İller arasında 8. sıradayız. Şehir nüfusu da yüzde 70'lere ulaşmış durumda. Bir yandan dış göçler, bir yandan köyden şehre göç şehri her bakımdan etkiledi. Buna bağlı olarak şehir insanı, sur içinden, sur dışına, hayatlı evlerden apartmanlara taşındı. Bir kısmı da Urfa'yı terk edip başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç etmeye başladı. Tabii bütün bunlar şehirdeki sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hayatı da etkiledi. Sizler bunu bizzat yaşadınız. Biraz bu süreçten ve etkilerinden söz eder misiniz?

F. Rastgeldi: Köyden şehre göçün üç beş önemli sebebi var. Bir tanesi traktör başta olmak üzere tarımdaki makinalaşmadır. Dediğiniz gibi o zamanlar nüfusun yüzde 75-80'i köylerde yaşıyordu. Tarımın her aşamasında insan gücüne ihtiyaç vardı. Ekmek, dikmek, sulamak, biçmek, harmanlamak, hemen hemen her şey elle yapılırdı. Tarlayı ve tohum masrafını toprak sahibi verirdi, işçilik ise marabandandı. Traktör ve diğer tarım aletleri çıkınca, bütün bunları onlar yapmaya başladı. O kadar insana ihtiyaç kalmadı. Mesela bizim köyde babamın dört tane ortağı vardı. Onlar ekip biçerdi, mahsulü veya kârı yarı yarıya bölüşürlerdi. 1950'de traktör çıkınca köylüler iş bulamaz oldular. Bu yüzden şehre geldiler. Bir sebep bu. Başka bir sebep 1990'lardan itibaren arazilerimizin baraj altında kalmasıdır. Arazisi baraj altında kalanlar, aldıkları paralarla şehre geldiler. Başka bir sebep de anarşidir, terördür. O yüzden 1980'lerden sonra kırsalda yaşamak çok zorlaştı. Bir kısım insanlar da o yüzden şehre göçtü. Yine aynı sebeplerle Diyarbakır'dan, Mardin'den, Batman'dan ve diğer şehirlerden Urfa'ya yoğun bir göç oldu. Urfa'ya gelmelerinin bir sebebi de iş bulmaktı. GAP'tan dolayı Urfa'da iş var diye geldiler. Köyden şehre göçte televizyonun da etkisi oldu. 1970'lerden itibaren televizyon köylere girince, köylüler şehri tanıdıkça şehir hayatına özendiler, köyü beğenmediler. Bu yüzden fırsatını bulan şehre göçtü. Bütün bu sebeple hayvancılık da öldü. Eskiden çok gelişmişti, o da kalmadı.
M. Sarmış: Peki şehir bundan nasıl etkilendi?
Bütün bu göçler çok kısa zamanda ve çok yoğun bir şekilde olunca tabii ki Urfa onları sindiremedi, kendine benzetemedi, onlar Urfa'yı kendilerine benzettiler, kültürünü aşağı çektiler. Urfa'da geçerli olan sosyal ve kültürel hayat da bundan çok olumsuz etkilendi. Bu durumdan rahatsız olan insanların bir kısmı, bilhassa Harran ve Akçakale taraflarındaki ailelerin, ağaların bir kısmı mecburen Urfa'yı terk ettiler. İstanbul'a, Ankara'ya, İzmir'e taşınmaya başladılar. Yani dışarıdan Urfa'ya göçenler, Urfalıların da Urfa'dan göçüne sebep oldu. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) geçen sene yaptığı bir araştırmaya göre herkes kütüğüne bağlı olan ilde yaşasaydı en kalabalık il Urfa olacaktı. Bizim gibi bir kısım aileler de arazisi var diye kaldılar.

M. Sarmış: Bir başka konuda daha görüşlerinizi almak isterim. Konu Eski Urfa olunca yolumuz sık sık gayrimüslimlere çıkıyor. Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler… Onlarla ilgili olarak söylemek istediğiniz şeyler var mı?
F. Rastgeldi: Tarih boyunca onlarla beraber yaşamışız. Ermeniler ve Süryaniler sanatkâr insanlar. İnşaat işleri, demircilik, marangozluk gibi işleri en iyi onlar biliyor. Usta adamlar… İyi esnaflar… Yahudiler de ticarette iyiler. Onlar da manifaturacılık, sarraflık, çerçilik gibi işleri iyi yapıyorlar. Ermeniler, yaptıkları işleri bizimkilere öğretmiyorlar.

M. Sarmış: Bilerek öğretmiyorlar…
F. Rastgeldi: Evet. Mesela babam derdi ki, ellerinin altında çalışan Türk, Müslüman amelelerden ustalığa yatkın olanları çalıştırmazlar. Mesleği öğrenip usta olmasınlar diye. Halil Tuğcu diye birisi vardı. Marangozdu. Ud filan da yapardı. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir iki akşam evlerine de gittik. Halil Usta bize ud da çaldı. Bir keresinde şöyle bir şey anlattığını hatırlıyorum: Çocukken bir Ermeni marangozun yanında çıraklık yapıyormuş. Ustası ud da yapıyormuş. Yalnız udun karpuzunu evde yapıp getiriyor, göğüs ve sapını dükkânda takıyormuş. Halil Usta da şegirt olarak her gün evlerine aşlık götürüyormuş. Eve girip çıktıkça bir şeyler dikkatini çekmeye başlamış. Eyvanda bir ud kalıbı var. Bir teştin içindeki suya ıslansın diye tahtalar bırakılmış. Başka bir gün gittiğinde tahtalar kalıba çakılmış. Başka bir gün başka bir şey… Gün gün udun karpuzu ortaya çıkmış. Halil Usta büyük bir merakla bu aşamaları takip edip udun karpuzunun nasıl yapıldığını öğrenmiş. Gidip evde kendi kendine aynı şeyleri yapmaya çalışmış. Tahta bulup suya koymuş, kalıba çekmiş, kurutmuş, takmış, çivilemiş, falan filan. Ne öğrendiyse uygulamış. Bitirince de götürüp ustasına göstermiş. Ustası nerden aldığını sorunca "Ben yaptım." demiş. "Nereden öğrendin?" diye sorunca da "Sizin evde gördüm, ona göre yaptım." demiş. Bunun üzerine usta karpuzu elinden alıp kırmış, kendisini de işten çıkarmış.

M. Sarmış: Çok ilginç! Siz tabii o dönemlere yetişmediğiniz için bizzat bilmezsiniz.
F. Rastgeldi: Tabii. Benden çok önce Urfa'nın kurtuluşundan sonra korkarak gitmişler. Suriye'ye, Lübnan'a, Avrupa'ya, Amerika'ya, birçok yere gitmişler. 1980 yılındaydı sanıyorum, Halep'e gitmiştim. Bir kuyumcudan inci almak için pazarlık ediyorum. Çat pat Türkçe ile bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Baktım karşı dükkândan birisi geldi. Bizim dilimizi konuşuyor. Sonra onun dükkânına gittik. "Dilimizi nereden biliyorsun?" diye sordum. Meğer Ermeni imiş. Dedi ki, ben çocukken Urfa'dan göç edip geldik. Burada Urfa adetlerini yaşamaya devam ediyoruz. Urfa yemeklerini yapıyoruz. Bana kartını da verdi. "Bir şey lazım ederse telefon et, ben sana göndereyim." dedi. Aradan çok zaman geçti, unuttum gitti.

M. Sarmış: Geriye az da olsa kalanlar olmuş. Onlardan tanıdığınız var mı?

F. Rastgeldi: Bizim mahallede üç beş aile vardı, "dönme" denirdi. Artık Müslüman olmuşlardı. Vanes vardı. Doktorluk işleri ile uğraşırdı. Circe vardı, Boğoz vardı. Bunlar çocuk yaşta kör olmuşlar. Okulda müzik öğrenmişler. Boğoz cümbüş, Circe de keman çalardı. Düğünlere çağrılırlardı. Gözleri görmediği için kadın düğünlerine de giderlerdi. Aralarına gözü gören başka birileri katılırsa araya perde çekerlerdi. Onlar arkada çalar, kadınlar ön tarafta baş açık oynarlardı. Circe bizimkilerin çocuklarına ders de verirdi.