Şanlıurfa Gazeteciler Birliği (ŞGB) ve Yemyeşil Urfa platformu olarak geçen hafta Senem mağaralarını gezdik, Yanık köyünde Sebit ve Mehmet Sarıcanın evine misafir olup yemyeşil Urfa için ağaç diktik.

Gezide birlikte olduğumuz kıymetli gazeteci dostların isimlerini tek tek yazmasam da her birinin farklı bir güzelliği, hayata, tarihe, coğrafyaya bakışı olduğunu belirtmem gerekir. Bu bereketli eziyi planlayan ŞGB başkanı Veysel Polat'a teşekkür bir borçtur. Ama Misbah Hicri hocama ayrı bir yer açmak isterim. Bölge özelinde gayretli çalışmaları hayretimi kamçılarken halk ile iç içe olması iletişim bağlarının güçlenmesine neden olmuş, Ortaçağ kalelerini yıkan topların yıkamayacağı sıkı dostluklar bina etmişlerdir.

Yoğunluğumdan ötürü gidip gitmeme arasınd tereddütte kalmıştım. Güneşin ilk ışıkları pencereden odaya sızdığında bile gitmemekte kararsızdım. Tarihi yapılar beni sürekli heyecanlandırmıştır. Bizden önce bu topraklarda yüzyıllar önce insanların yaşadığını bilmek, toprak üzerinde yürüdüğünü hayal etmek değişik bir duygu. Yaşam tarzları yapılarına, duygular resimlere, kap kacak ihtiyaçlarını bugün bize anlatıyor.

Şimdi tüm şehirlerde betonarme ucube yapıların şehrin göbeğinde yükselmesi, yeşil alanların olmaması insanı nefessiz bırakmış, şehrin soluk borusu kesilerek intihara süreklemiştir. Bunları onaylayan devlet dairelerindeki başkanlar, müdürler ve memurlar o şehrin en büyük katili olmuşlardır. Çünkü insanoğlunun bitmeyen ihtiras ve menfaatleri doğa tahribatına yol açmış insanları beton yığınları arasında yaşamaya mahkum etmiştir. Şehir cennet yeşilinden cehennem kızılına dönmüştür. Dolayısıyla psikolojik ve sosyolojik vakıalar çoğalmıştır. Bir örnekle bunu ifade edecek olursak GDO'lu gıdalar vücutta nasıl tahrifat yapıp organların sağlıklı çalışmasını engellemişse betonarme yapılarda ruh sağlığını öyle bozmuştur.

Rotamızın ilk durağı Senem mağaralarıydı. Rehberimiz Misbah Hicri yolculuk esnasında arada bir önemli bilgiler aktarıyordu.

Tektek dağlarının içinde kıvrıla kıvrıla uzanan yoldan ağır aksak ilerlerken sel ve rüzgarın vadide akarken saçını taradığı dağ etekleri bir başka duruyor, çorak dağ tepelerine bir de bizim midibüs'ün tozu ekleniyordu. Tarım arazileri dağların eteklerinde toplanmıştı. Evler taş ve topraktandı, insan kokuyordu.

Köy bakkallarında küçük pencereler duvara elle yazılmış çafçaflı yazıları görünce, gülümsedim.

Saçları dağınık küçük kızlar seksek oynuyor, erkek çocuklar ise patlamış bir topun ardından koşuyordu. Gülümsedim.

Kapı önlerinde yüzü nakışlı anneler gördüm, sırtlarında abaları ve parmak aralarında sarma sigarayla sırtlamışlar asırlık bir yükü…Gülümsedim.

Gülenyüzü, tıslayan sesiyle Ahmed Arif'i ve babasını gördüm, gülümsedim. Seyfullah'ı ve cennet yavrusu kızını düşündüm, gülümsedim.

At arabasına rastladık, tavuklara, koyunlara, ineklere… Mısır, pamuk, biber tarlalarına… Taş ve kerpiçten evlere Gülümsedim.

Yürekli ne kadar saf ve temizdi. Elleri kirli ve nasırlıydı. Ne olacak ki. Suyla hemencecik geçer. Ama yüreği ve düşüncülerine necaset bulaşmışları ne temizleyebilirdi, düşündüm…

Yol boyunca ormanlık ve ağaçlıklara rastlamadım karamsarlık ve tedirginlik sardı bedenimi. Tepeler bomboş bağrını güneşe açmış duruyor o halde. Bağırlarını kavuruyordu güneş herhalde. Acıdım… Köylerde bile tek tük ağaçlar vardı. Neden ki! Bilemedim.

Halbuki köylü kısmı şeherlilerden daha çok ağacı sever. Acep ağaç mı yetişmez buralarda, iklim mi yabancı, yoksa cenub rüzgarları mı kuruttu her bir yeri… Bilemedim.
Yüklü ödeneklerin geldiği devlet kurumları, Valilik, DSİ, belediyeler, özel müteşebbisler ne yapar bilemedim.

Yol ve hayal, yalan ve gerçek, acı ve mutlu iç içeyken yeşil ve çorak dökülmedi kalemimden. Çünkü yalınızca çorak vardı.

Karışık duygular ile Senem Mağaralarına vardık. Çevreyi genişçe gören tepeye inşa edilmiş muhteşem bir yapıydı. Daha doğrusuyla dağa oyulmuş bir yapıydı. Girişinde Çember taşı denilen bir kapısı vardı ve üzerinde Roma'yı temsil eden zeytin yaprağı. Belli ki kapı sonradan yapılma. Su arkları, arkların aktığı depo, sunak oyuğu, kiliseye geliş haritası, kervan yolu kayalara işlenmiş.

Sol tarafta Suriye Süryanilerinin Anadolu'da yaptıkları kiliselere benzer üç bölmeli kilise bir kilise vardı. Ihlara vadisindeki Ağaçaltı kilisesine benziyordu. Aralarında fark, orada İncil bütünüyle kilisinin duvarlarına resmedilmiş, okuma yazma bilmeyen halka öğretiler bu şekilde aktarılmıştı. Ama burada resim yoktu veya yakılarak kazılarak yok edilmiş de olabilirdi.

Hem ıhlara vadisi hem de Senem mağaralarının bulunduğu yer yerleşim yerlerinden uzaktı. Eğitim amaçlı kurulduğundan tehlikelere karşı doğal yapısal özelliklerden faydalanarak inşa edilmişti.

Dağın içinde yamaç yerleşimi destekleyen yapılarda mevcut. Havalandırma delikleri, duvarda kutu kutu oyuklar, mum yakma yerleri…
Yapının ön tarafı komple çökmüş. Çöken kısımlarda neler gizli bilemiyoruz.

Bir de gerçeğin gerçeği var.

Devlet tarihi bu mekana sahip çıkmamış. Kültür bakanlığı bu tarihi eseri korumamış. Belediye bir çalışma yapmamış. Harran üniversitesi araştırmaya kayda değer görmemiş. Yerel ve ulusal basın basit bir haber kadar görmemiş.

Bir kalem yazı yazmak çok da zor olmasa gerek. Ön blokların altında kapitalizmin traktörü duruyor, diğer kısımlar ise hayvan barınağı, çöp atma yeri.

Evet, böyle mi tarihi mekanlara sahip çıkılır. Yeşil hilal bölgesinde olan bu yere bu yapılmalıydı veya Avrupa'dan Almanya'dan bir araştırma ekibinin gelip mi kazı yapması gerekiyordu, bilemedim.

Turizm ise bundan daha güzel turistik bir yer olabilir miydi?

Karmaşık duygularla terkedilmiş bu yapıları geride bırakarak ikinci durağımıza doğru yola çıktık. Merkeze bağlı Yanık köyüne gidiyorduk. Midibüs'e hazin çökmüştü. Ağır aksak ilerliyordu. Daha önceki girişimler kaale alınmamıştı. Bir sessizlik havayı kaplamıştı. Dokunsan çığlık olacak, fırtına kopacak.

Sebit Sarıca bey'in evine varmıştık. Diğer köylere nazaran burada bağ bahçe ekilmişti. Zeytin ağaçlarının arasına elma, yeni dünya, incir, birkaç tane de asma ağacı ekilmişti. Etrafı çamlarla bezenmişti. Hepsini bir genç değil 70 yaşındaki bir ihtiyar yapmıştı. Diğer köylülere de örnek olmuş onlarda küçük de olsa bahçeliklerini yapmış.

Güzel bir ağırlama ve misafirperverlik örneği sergilediler. Güleryüzü, tatlı sohbeti, cana yakın davranışları kişiyi fedikar çıkarıyordu. Böyle insanları bulmak zor. Ama o özüne bu yakışırdı.

Yanık köyüne Yemyeşil Urfa projesi kapsamında yanımızda getirdiğimiz zeytin ağaçlarını diktik. Yarınlar için umut ekmiştik aslında. Herkesin çok konuşup az iş yaptığı bir zamanda işi konuşturmuştuk.

Çorak tepeler ve köylerden sonra bu projenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Devlet arazilerini meyve ağaçlarını dikerek kamuoyu hizmetine sunabilir. İlçe belediyeler Yemyeşil Urfa projesine destek vererek yeni alanlar oluşturabilir.

Güneş batarken Yanık köyünden ayrılıyorduk. Güneşe doğru yol alıyorduk. Umut ve hüzün bir kalpteydi.

Evet, imkanlar bir daha gözden geçirilmeli, yapılacak çok şey var. Biraz duyarlı olmak yetecek sanırım. Çok değil biraz….